27 Mayıs 2014 Salı

Kalbim nerede


Cape Town seyahatimin en başından beri "Kesin gitmem lazım." dediğim bir müze: Heart of Cape Town.

Burası Güney Afrikalı profesör Christiaan Neethling Barnard’ın (1922-2001) dünyadaki ilk kalp naklini gerçekleştirdiği hastane. Küçüklüğümden beri tıbba büyük ilgim olduğundan, tarihi bir olaya ev sahipliği yapmış bu hastanenin ortamını solumadan olmazdı.

Hastanenin naklin gerçekleştiği bölümü, 2007 yılında naklin 40. yılı şerefine müzeye dönüştürülmüş. Müzeyi kendiniz gezemiyorsunuz, sabah saat 9'da başlayan ve iki saatte bir tekrarlayan turlar için müzeye ilk gidişimde 15 dakika geciktiğim için girememiştim.

En nihayet 12 Nisan Cumartesi günü, günün ilk turu için ayarlandık ve Şebnem beni erkenden hastaneye bıraktı. İçeri girerken orada görevli olduğu anlaşılan biriyle yan yana yürür pozisyona gelince hastanenin ana girişinin neresi olduğunu sordum. Müzenin açılmasına daha vakit olduğundan, Cape Town'ın en faal hastanesinin içinde biraz turlar, sonra da bir kahve içerim diye düşündüm. Adam buranın güvenlik amiriymiş, bana hastanenin ana girişini ve kafesini gösterdi ama cumartesi günleri kafe 9,5'ta açılıyormuş. Pete (Müze müdürü) birazdan gelir diyerek hastanenin müzeye çevrilen bölümünü de gösterdi.
Groote Schuur Hastanesi girişi, 12 Nisan 2014, Cape Town
Sabahın körü denecek saatte içeride pek kimse yoktu. Doktorlar geliyor, bazı yatılı hastalar volta atıyordu. Nedense dolaşan hastalardan bir anda huylandım, zira görüntüleri bizim hastanelerde görmeye alışık olduğumuz cinsten değildi. İçimden bir ses bir ara "Zorun ne, şunlardan şimdi bir hastalık kapacaksın, sonra da b.k yoluna gitti Niyazi, çık dışarıda bekle!" İçimdeki diğer ses de "Saçmalama, adamlar karantinalık olsa ortalıkta serbest dolaşan hastalar pozisyonunda olamazlar!" diyordu. Girişte hastaneye hediye edilmiş yerel bitki ve kuşları gösteren çok hoş seramik panolar vardı. Bir süre daha dolaştıktan ve hastanenin ne kadar çok bağışçısı olduğunu duvarlardaki bilgilerden okuduktan sonra çıkışa yöneldim. Tam çıkarken siyah güvenlik görevlisi durdurdu: "Çantanıza bakabilir miyim?". "Ama bu ne saçmalık!" dedim içimden ve bakma amacını sordum. "Çıkışta tıbbi malzeme götüren çok oluyor." dedi. "Yapma ya, iyi bak o zaman." diyerek sırtımdan indirdim çantayı. Tabii Afrika'dayız, dünya vatandaşlarının hırsızlık ihtiyaçları da değişebiliyor.

Ardından bahçeye çıktım, gölgelik yerde bir banka oturayım dedim ki çok pisti. Çantamdaki peçetelerle silerek oturdum, oturduğumda orada oturmakta olan hasta ve diğerlerinin bana uzaylı gözüyle baktıklarını fark ettim. Saat artık yaklaşmıştı. Pete ile tanışmak üzere Müze girişine yöneldim. Çok tonton, yanakları Aydın Boysan'a benzeyen bir amca... İçeride iki Amerikalı vardı ve Pete üçümüze tur başlayana dek girişteki bölümleri incelememizi söyledi. Ardından ikisi çocuk üç kişi daha katıldı bize. Saat yaklaşınca kasaya doğru gittim, cüzdanı çıkardım. Pete "Öğrencisin sen, 100 Rand rica edeyim" dedi, ben de hiç bozmadım artık, öğrenci tarifesinden girmiş oldum. Tam 200 Randmış (40 TL), ‘pahalıymış’ dedim ilk etapta ama içeriyi görünce hiç de pahalı olmadığını düşündüm.

Dünyanın insan üzerindeki ilk kalp nakli Dr Barnard tarafından 3 Aralık 1967 tarihinde, Groote Schuur Hastanesi’nin şimdi müzeye çevrilmiş olan bu bölümünde (Charles Saint Ameliyathanesi) gerçekleştiriliyor. Bu, tıp tarihinin en önemli olaylarından biri.
Heart of Cape Town Müzesi girişi: Donörün kazayı yaptığı yer ve temsili araç, 12 Nisan 2014, Cape Town
Müzeden içeri girdiğinizde 2 Aralık 1967 tarihinde güzel bir yaz günü Cape Town’da meydana gelen trafik kazasının temsili ortamı ile karşılaşıyorsunuz. 25 yaşındaki Denise Darvall, annesi, babası ve erkek kardeşiyle birlikte bir arkadaşlarına oturmaya giderken pasta almak için arabalarını sola çekip duruyorlar ve annesi ile Denise iniyor. Sonrasında pastayla araçlarına dönerken sarhoş bir sürücü tarafından eziliyorlar. Annesi olay yerinde can veriyor. Denise ise çok yakındaki Groote Schuur Hastanesi’ne ağır yaralı olarak kaldırılıyor.

Hastaneye geldiğinde, beyin cerrahı Denise'in durumunun çok ağır olduğunu ve kurtarılamayacağını söylüyor. Bunun üzerine Denise’in babasına kızının kalbini ve böbreğini bağışlamayı düşünüp düşünmeyeceği soruluyor. O da “Doktor, eğer kızımı kurtaramıyorsanız, lütfen başka hastaları kurtarın” diyerek onaylıyor. Karısının vasiyetinin yakılmak olduğunu bildiği için onun organlarını bağışlayamıyor. Aslında kızının bu konuda bir vasiyeti de yok ancak nasıl bir karar vereceğini hemen buluyor, zira kızı insanlara yardım etmeyi çok seven birisiymiş. Böylece banka memuru Denise, dünyadaki ilk kalp naklinin donörü olarak tarihe adını yazdırıyor. Alıcı ise 54 yaşındaki Louis Washkansky. Gıda toptancılığı yapan Washkansky, diyabetik, üç kez kalp krizi geçirmiş ve yoğun kalp yetmezliği çekiyor.
Naklin gerçekleştiği yerlerde turumuz başlıyor, Pete güzel güzel anlatıyor.


İki Amerikalı son sınıf tıp öğrencisi, ikisi çocuk üç Güney Afrikalı ve ben olmak üzere altı kişilik turumuza başlıyoruz. Meğer normalde anlatımda bulunmuyormuş ama yapan kişi trafikten ötürü geciktiği için ilk yarım saatte bize Pete gezdirmeye başladı müzeyi. Sonrasında amfide Barnard filminin ilk yarım saatini izlerken esas kişi geldi devraldı. Bilhassa ilk yarım saati izletiyorlar ki çıkışta dvd’yi satın alalım.
Denise'in ailesi, eşyalarını Müzeye bağışlamış. Sanata merakı varmış; kıyafet tasarımları ve plaklarına göz atıyoruz.

Tur boyunca, hem Denise’in, hem Washkansky’nin hayatları hem de bu konunun etik ve dini yönleri tartışılıyor. Bir de tabii ki “ölüm anı” denilen o an, yani beyin ölümü meselesi. Tura hastanenin 1 km yakınında Main Road’da gerçekleşen kazanın anlatımından sonra hayvan laboratuvarı ile devam ediyoruz. Barnard burada köpekler üzerinde kalp nakli denemeleri yapmış. Denise’in ailesi tarafından bağışlanan eşyalarıyla yapılmış odasını ve Barnard’ın çalışma ofisini görüyoruz. 
Dr Barnard'ın hastanedeki odası, kızlarından birine çok düşkünmüş.
Ardından operasyonun gerçekleştiği ameliyathanelere geçiyoruz. Buradaki canlandırmalara bayıldım, harika yapmışlar, tüm ekipman da o zamandan kalma.
Bir ameliyathanede Denise'in kalbi çıkarılırken, diğerinde Barnard ve 30 kişilik ekibi nakil için hazırdır.


Son olarak ameliyat sonrası yoğun bakım odasında Louis Washkansky’yi ziyaret ediyoruz. Ayrıca kavanozların içinde hasta bir kalple, sağlıklı bir kalbi görüyor, farklarını konuşuyoruz. Çıkışa giden koridorda ise Barnard’a yazılmış mektuplar ve dönemin basın haberlerini inceliyoruz. O dönem Barnard çok sayıda eleştiri de almış haliyle. Sonuçta hala atmakta olan bir kalbi, vücuttan çıkarıyorsunuz.
Ameliyattan sonra Washkansky, sağlıklı ve sağlıksız kalpler ve Washkansky'nin ameliyata verdiği yazılı onay.


Bu müze bugüne kadar gittiğim en ilginç yerlerden biriydi. Olayın geçtiği yerlerde gezindiğinizden, bırakın canlandırmaları, filmi, ortamın kokusu bile gerçekliği artırıyor. “Washkansky yeni kalbiyle ne kadar yaşadı?” derseniz, ameliyattan 18 gün sonra zatürreden ölüyor.
Barnard'la ilgili karikatürler ve kendisine dünyadan gelen mektuplar
Ama Barnard ve ekibinin yaptığı, tüm dünyada çok büyük bir tıbbı başarı olarak görülüyor. Barnard bir anda uluslar arası bir stara dönüşüyor ve bu da sonraki nakiller için ona güç veriyor.
İtalyan film yönetmeni Zeffirelli Barnard'a film teklif ediyor.
Dr Barnard özel hayatında mesleki hayatı kadar mutlu olamıyor; müzede anlatıldığı kadarıyla geçimi çok zor bir insanmış. Üç kez evleniyor ve boşanıyor. Her evliliğinden de ikişer çocuğu oluyor. Sonu ise maalesef nahoş. Kıbrıs Rum kesiminde tatildeyken, geçirdiği bir astım krizi sonucunda yapayalnız ölüyor.

Çıkışta Pete, eski model Mercedesiyle önce Amerikalıları otellerine, beni de şehir merkezine bıraktı. Çok makbule geçti, zira tek başıma ne taksiye ne de minibüse binmek istiyordum. Pete’m güneş gibi doğdu. Yolda da hikayesini anlattı: Hermanus’luymuş, “Balina mevsimi değil yoksa seni evimin olduğu yere götürürdüm balinaları izlemeye.” dedi. “Emekliyim ben, mental durumumu korumak için para almadan bu işe girdim, çok da sevdim; eşim de devamlı bir şeylerle meşgul, Hermanus’ta takı dükkanı var.” diye anlattı ve beni merkeze attı.

Bo-Kaap, Cape Town
Merkezde önce kendime bir espresso ısmarladım. Sonra TekiTown’da anneme pembiş bir spor ayakkabısı, kendime de sarı ve pembe neon çoraplar aldım. Greenmarket ve Long St. Market meydanlarından birkaç hediyelik eşya aldıktan sonra yolda yürürken birden karşıma turist otobüsü çıktı ve önümde durdu. “Neden olmasın?” diyerek atladım. Şoför kredi kartımdan 150 Rand çekti ve otobüsün üst katına çıkıp hemen kulaklıkları taktım. Çok iyi denk gelmişti, fazla bir şey kaçırmamıştım. Kale, District Six ve Bo-Kaap’tan (Cape Town’ın tehlikeli addedilen yerlerinden olan Malay bölgesi) geçtik. Otobüsten de olsa Bo-Kaap’ın renkli evlerini görmek hoşuma gitti. Çünkü ondan dört gün önce South African National Gallery’deki George Hallett Retrospektifinde o kadar çok 70’li yıllar Bo-Kaap fotoğrafları ve insan manzaraları görmüştüm ki çok istemiştim şu anki halini görmeyi.

Sonra otobüs Masa Dağı’na çıktı, o gün o kadar açık ve güzel bir hava vardı ki manzaralar görülmeye değerdi. Ardından da Camps Bay’e devam etti. Son durak olan Waterfront’ta indim. Şebnem’le buluştuk ve birer kadeh şarabımızı içip biraz atıştırırak eve geçtik.
Mahogany Caz Bar ve Waterfront Ferrymans, 12 Nisan 2014, Cape Town
Akşam Cape Town’ın Buitenkant Caddesindeki ünlü caz barı Mahogany Room’da yerel bir triodan güzel bir set dinledik ve geceyi yine Waterfront’taki Ferrymans’de canlı müzik eşliğinde birer bira içerek sonlandırdık.

20 Mayıs 2014 Salı

Soma

"Biz bu 3 çocuk için öldük."

8 Mayıs 2014 Perşembe

Robben Adası, Noordhoek ve Chapman's Peak

Noordhoek, Long Beach, 10 Nisan 2014, Cape Town

Robben Adası'na 10 Nisan Perşembe günü sabah saat 8:00 feribotu ile gitmek üzere biletimi önceden almıştım. Cape Town’a gelip Nelson Mandela’nın 18 yıl hapis yattığı yeri görmeden dönmek olmazdı. Birisi bana şunu demişti: “Sende bir sorun var, gittiğin yerlerin güzelliklerini görürken acılarını da görmek istiyorsun, sınırlı tatilinde niye kafanı yoruyorsun ki?” Berlin’e gittiğimde de ilk planlarımdan biri kuzeydeki toplama kampına gitmekti ve aşırı soğuk ve kara rağmen gerçekleştirmiştim. Turistik gezmek tabii ki güzel ama oraya dair bir miktar sosyo-politik görgüm de olsun istiyorum.

Sabah Şebnem beni Waterfront’a bıraktı ama ne bırakmak! Çok trafik vardı, malum tam iş saati; e Cape Town’lılar da –esasen güvenlik nedeniyle tabi– biz Türkler gibi tek tek araçlara binerek trafik yaratmışlardı. Waterfront’taki AVM’nin garaj giriş kapısında inip güvenlik görevlisinden aldığım tarifle garaj içinden tekneye bineceğim yere koşmaya başladım, çünkü saat 8’e 1-2 dakika kalmıştı vardığımızda. Koş babam koş, sprinter’ım ben ya! Tabii ki yetiştim ve koşarak binaya girdim. Tontiş renkli bir teyze üzgün görünmeye çalışan gözlerle bana bakarak, “Sorry mademoiselle” dedi. “Ne sorry’si beaaa?!? Yetiştim ya işte!” diyecektim ki ekledi: “8 feribotuna sadece 4 kişi yer ayırttığından iptal oldu, sizi 9 feribotuna kaydırdık. Size ulaşmaya çalıştık ama maalesef başaramadık. İstemezseniz para iadesi de alabilirsiniz.” “İyi de teyze, şu an kendimi Hussein Bolt kadar enerjik hissediyorum, bilsem koşmazdım o kadar, ayrıca bileti alırken benim telefonumu soran olmadı.” Bunu dediğimde tık nefes kalacaktı kadıncağız. Öf pöfleyerek kasaya yöneldim ve biletimi 9 feribotu için değiştirdim. Sonra da saat kulesinin yanındaki kafeye giderek bir kahve söyledim. Yine kopkoyu kahveden pek de zevk almadan, Cape Town’da yazdığım notları okumaya başladım.

Martılar tepemde ciyak ciyak dönüyor, insanlar işlerine gidiyor ve güneş iyice ısıtmaya başlıyordu. Saat yaklaştıkça 32 beyaz dişi ve dişetleriyle bana gülümseyen garsona teşekkür edip içinden feribota geçilen binaya yöneldim.

Normalde tarihi Susan Kruger teknesi ile geçmeyi istiyordum ama 20 dakika önce gitmeme rağmen uzun bir kuyruk vardı ve tekne doldu. Sonra bizi beyaz yeni bir katamarana yönlendirdiler. Katamaranları tasarımları nedeniyle pek sevmem ama seyirliğinin eski tekneye nazaran daha iyi olacağı belliydi, yani bir şikayetim yoktu bu değişiklikten ötürü.
Robben Adası yolunda teknede, 10 Nisan 2014, Cape Town
Teknede bir süre üstü kapalı bölgede gittikten sonra, ‘şöyle bir çıkayım belli mi olur, belki balina, yunus görürüm.’ diye umutlanarak güverteye çıktım. Kendime şerefiyeli bir yer ayarlayıp güzelce yerleştim. Yan tarafımda Nordik oldukları belli olan iki adam vardı. ‘Hello’ dediler, sohbet başladı. Cape Town’a 3. gelişleriymiş. “Cape Town’a bir kez asla yetmez, göreceksin sen de.” dedi (televizyoncuymuş) ve ekledi: “Önceki gelişimde kızımı getirdim buraya, ‘işte gör bak, gerçek dünya burası, steril sorunsuz Oslo değil’ dedim.” Yol arkadaşlarım yol boyunca güzel tespitler yaptı. Ülkemizdeki internet yasaklarından haberdarlardı ve şaşırdıklarını belirterek onu sordular bana. Açıklamalarımın ardından “Siz gelişmekte olan ülkesiniz, biz gelişmiş. Ancak bizde de farklı sorunlar var. Örneğin doğalgazımız var ama bunun parası ak mı kara mı bilemiyoruz, bu durum şahsen beni rahatsız ediyor ve yaklaşan seçimlerde vereceğim oyu buna göre vereceğim. Devlet doğalgaz parasıyla silah kaçakçılığını bile teşvik ediyor. Bu da bizim sorunumuz.” dedi.

O anda okyanusta 4-5 kuyruk gördüm. “Amanin yunus!” diye bağırarak o yönü işaret edince, televizyoncu amca kendinden emin şekilde “Hayır yunus değil, balina. Şanslısın!” dedi. Tabii onun ülkesi de balina ülkesi, adam o kuyrukların ne kuyruğu olduğunu biliyordur diye düşündüm. Sürü, sonra bir daha çıkmadı su yüzüne.
Robben Adası
Robben Adası hapishane ve sürgün yeri olarak yüzyıllar boyunca kullanılmış. Dönemin asileri, cüzamlıları ve politik suçlularının kaldığı bir ada…

Artık müzeye çevrilmiş olan Adaya vardığımızda bizi otobüsler bekliyordu. Adada kendi kendine dolaşmak yasak. Önce tur otobüsü ile dolaşıyorsunuz, içindeki rehberin anlatımı eşliğinde. Sonra da ana hapishane binasını geçmişte orada mahkum olmuş bir rehber eşliğinde geziyorsunuz. Güzel düşünmüşler.
Otobüs kısa bir mola için durduğunda, Ada'dan Cape Town'ı çektik.
Robert Sobukwe, ırkçı Güney Afrika yönetimine karşı durmuş siyasetçilerden biri. Sobukwe, bir yürüyüşe önderlik etmekten aldığı 3 yıllık hapis cezasını çektikten sonra salıverilmeyerek Robben Adası’na gönderilmiş. Esasen tutulması kanunsuzmuş. Dönemin başbakanı BJ Vorster’ın çıkarttığı yasa (1963) gereği her yıl esirlik durumu uzatılarak bu evde 3 yıl fazladan tutulması sağlanmış. Hukukta da bu Sobukwe maddesi olarak biliniyormuş. Sobukwe bu madde kapsamında hapis yatan tek kişi.
Robert Sobukwe'nin 3 yıl fazladan tutulduğu ev, 10 Nisan 2014, Robben Adası
Bu kireç ocağı, Nelson Mandela ve Walter Sisulu dahil yüksek güvenlikle hapis yatan mahkumların çok ağır şartlarda çalıştırıldığı yer. Kireçtaşı akciğerlerde hasara neden oluyor. Kayalar ocaktan elle kırılıyor ve yol yapımında kullanılmak üzere yine elle küçük parçalara ayrılıyormuş. 1995 yılında Mandela dahil binin üzerinde eski mahkum Ada’yı ziyaret ediyor. Ada’dan ayrılırlarken Mandela buraya bir kireçtaşı bırakıyor, üzerine diğer eski mahkumlar da birer taş ekliyor ve bu tepecik oluşuyor. Bu olay tamamen spontane gerçekleşiyor ve o günden bu yana bu tepecik müzenin parçası.
Mandela'nın çalıştığı kireçtaşı ocağı ve 95'teki ziyaretinde bir taş ekleyerek başlattığı tepecik, Robben Adası


Bizi gezdiren eski mahkum, hapishane avlusunda sunumunu yaparken
Otobüsten indiğimizde bizi eski mahkum karşıladı ve kendini tanıttı. Bu adada hapis yatan politik suçlulardan biriymiş. Hapishane avlusundaki açıklamalarının ardından Nelson Mandela’nın koğuşunun da bulunduğu koridoru gezdik.
Nelson Mandela'nın 18 yıl yattığı koğuş, Robben Adası, 10 Nisan 2014


Nelson Mandela koğuşunda, Robben Adası
O dönemde adanın mottosu şuymuş: “Each one, teach one.” (Her biriniz birini eğitin.). Çok hoşuma gitti bu felsefe, zira adadaki mahkumların %30’unun okuma yazması yokmuş.
Hapishaneden görüntüler, politik suçlulara daha kolay işler (arka taraftaki sırada dikiş dikenler) verildiğini kanıtlamak için yayımlanmış bir fotograf da var.

Sansürlü mektup ve mahkum kimliği örneği, Robben Adası, 10 Nisan 2014
Rehberimizin kendisi de bizzat bu koğuşta kalmış. Koğuşta 30 ranza varmış ve 60 kişi birlikte kalıyorlarmış.
Bizi gezdiren rehberin de kaldığı 60 kişilik koğuş
Robben Adası Müzesi, 10 Nisan 2014
Cape Town'a dönüş yolunda, "Sizi buraya hangi rüzgar attı?"
Dönüşte şu güzel bayrakla bir fotograf çektireyim diye bir adamdan ricada bulundum. Adam çekti çekmesine ama sonrasında bir tuttuysa beni, güneşin alnında yarım saat. Oregon’dan 35 saatte Cape Town’a gelmişler kafile olarak. Bana ilk sorusu “What brings you to Cape Town?” (Seni Cape Town’a hangi rüzgar attı?) oldu. Klasik Amerikalı sorusu. Bir kere de değişsin dişimi kıracağım. “Ben aslında zenciyim, bakma böyle beyaz durduğuma, atalarımı aramaya geldim Cape Town’a, beni keşişleme rüzgarı attı buraya.” diye cevap verecektim ki vazgeçtim.

Waterfront’a vardığımızda bizi bu dev fok balığı karşıladı. Güneşe kendini vermiş, bir o yana bir bu yana seyirtiyordu. Bir de pis kokuyordu, yosun mu tuttu yağlı derin fok kardeş? Nordik kankalarımla el sıkışıp vedalaştık.

Sonra Cape Town’daki ilk hediyelik eşya alışverişimin bir kısmını burada yaptım.


Akabinde Şebnem, sabah indiğim yerden beni aldı. Sabah bana yolu tarif eden güvenlik de aynen orada bekliyordu. Selamlaştık, dedi ki “Sabahki arkadaşınız geldi ama burada bekleme yapmak yasak olduğu için bir tur atıp geri gelecek, bilginiz olsun.”.

Sonra ver elini Noordhoek Monkey Valley (Noordhoek, Hollandaca'da 'kuzey köşesi' anlamına geliyor). Sahile inmeden evvel ormanın içindeki otelin restoranında biraz atıştırdık.
Noordhoek Monkey Valley, 10 Nisan 2014
Yine harika, geniş bir sahil, bembeyaz kumlar ve en önemlisi muhteşem güzellikte kabuklar. En çok buradan topladım kabuk. 
Noordhoek, Long Beach, 10 Nisan 2014, Cape Town, zıpzıp zıplamayı seviyorum.


O kabuğu almalıyım!
Sahilin girişindeki kayaların arkasında bir moda çekimi devam ediyordu ve sanırım çekimin bitiminde günbatımı keyfi için şampanya ve mezelerin olduğu bir stand kurulmuştu.

Atlas Okyanusu’na bu sefer giremedik, zira aşırı soğuktu ve hiç sörfçü yoktu. Biz yürürken sonradan iki sörfçü geldi ama fazla bir varlık gösteremediler suda. Dalga yetersizdi. İnsanlar tam o saatlerde köpeklerini çıkarmışlardı ve bir sürü köpekli çift vardı.

Kumlara yazılarımızı yazdık, çizdik ve ayrılırken karşılaştığımız bu iki tatlı çocuğun annelerinden izin alarak resimlerini çektik. Çıplaklık aslında ne kadar saf ve doğal değil mi?
Long Beach'te aşık olduklarım


Biz sahilden ayrılırken sörfçüler gelmeye başlıyordu. Kimisi arabasının arkasında wetsuitini giyiyor, kimisi tahtasını sırtlanmış, çıplak ayak sahile yürüyordu. 
Long Beach'te günbatımı, 10 Nisan 2014, Cape Town


Plaj keyfinin ardından arabaya atlayıp çok yakındaki meşhur Chapman’s Peak’e tırmanışa geçtik. Buraya “Chapman’s Peak Drive-Scenic Route” diyorlar. Nooedhoek’tan Hout Bay’e doğru 9 km’lik bir rota Atlantik tarafında. O dik yolu bisikletle çıkan Afrikalı dostlarımızı kutluyorum bu arada (Zorunuz ne sizin?!).

Chapman's Peak'e gidiş, yolun yapımı 1922'de tamamlanmış, dönemi için mühendislik harikası
Chapman's Peak'te zirvedeyiz, sağa bak, sola bak, düz bak, tral la laa...

Chapman's Peak'te günbatımı, 10 Nisan 2014, Cape Town


Romantik tarafım çok kolay ortaya çıkmıyor benim ama burası bana bunu hissettirdi. Müthiş manzarada günü batırmak için şarapları ve sepetlerini alıp buraya geliyor insanlar. Yolun zirvesine (peak) ise izleme terası gibi bir yer yapmışlar. Vardığımızda orada şampanyalarını, şaraplarını yudumlayan bir grup vardı. Bence buranın adını 'sevgili noktası' koysunlar.
Renklere bayıldım!

2 Mayıs 2014 Cuma

Kirstenbosch ve Kuğu Gölü

Cape Town Üniversitesi Kampüsü, 9 Nisan 2014
Cape Town'daki beşinci günümde Şebnem’in okula kısaca bir uğradık ve sonra sabah kahvelerimiz için Montebello’ya geçtik. Ormanlık bir arazi içerisinde şirin bir kafe, etrafında da sanat atölyeleri ve satış yerleri var.

Güzel bir yer seçip kahveleri söyledik. Cape Town’da filtre kahve=americano. “Filtre kahve var mı?” sorusuna “Americano istiyorsunuz yani?” karşılığını alıyorsunuz. Americano da bana çok koyu geliyor. O nedenle çareyi americanonun üzerine sıcak su eklemekte buldum. Sonra mekanın iç kısmına giderek stanttan yiyecek bir şeyler seçelim dedik. Ben dereotlu çörek, Şebnem de elmalı pay seçti; siparişi verdik. Bekle allah gelmez. Yarım saat kadar geçti, garsonu çağırdık. “Bizim ürünler nerede kardeş?” diye sorunca, “Bir gidip bakayım” cevabını aldık. Geri geldiğinde “Üzgünüm, dereotlu çörek kalmamış.” dedi. “İyi ama ben baktığımda 5 tane vardı?” dediysem de 32 bembeyaz dişiyle sırıtarak “Kalmamış.” dedi. Tembeller gerçekten Şebnem, haklısın. Siparişi içeri söylemeyi unuttu kesin.

Montebello, 9 Nisan 2014, Cape Town
Kahve keyfinin ardından atölyelerin olduğu bölümden bir iki alışveriş yaparak dünyanın en güzel botanik bahçelerinden birinin yoluna koyulduk. Kirstenbosch Ulusal Botanik Bahçesi, Masa Dağı’nın doğu eteklerinde kurulmuş ve 828 hektarlık devasa bir alana yayılan bir botanik bahçesi.

Kirstenbosch Botanik Bahçesi, 9 Nisan 214, Cape Town
1913’te kurulmuş olan bahçe -bahçe deyince akıllara küçük orta boy bir bahçe gelebilir ama bu devasa bir bahçe- endemik bitki ve ağaçlarla kaplı ve içerisinde bir de orman var. Bahçenin 60 hektarı sonradan ekme/işleme şeklinde, kalanı ise tamamen doğal bir flora.

Cape Yarımadası’nın doğal bitki örtüsünün (‘fynbos’-fine bush) türlerinin yarısına yakınını burada görmek mümkün. Kompleksin içinde Ulusal Bitki Enstitüsü’nün merkezi, bitki satış ofisi, restoran ve amfi var. Burada zaman zaman bitki fuarları ve konserler düzenleniyor.
Kirstenbosch
Bahçenin içinde ziyaretçilere sunulan çeşitli rotalar var. Bazıları engellilere özel olan bu rotaların bir kısmını tamamlamak 3 saati bulabiliyor. Biz de bir rota seçip turumuza başladık. “Nerede kaybolmak istersin?” deseler, yanıtım burası olabilir. Müthiş manzaralara, göz alabildiğine yeşilliğe ve hiç görmediğim türdeki bitki örtüsüne bakmaya doyamadım. Hepsinin Latince ve İngilizce açıklamalarına da yer verilmiş.

Gezimiz sırasında bir okul turuna denk geldik, öğrencilere bitkileri tanıtmak için okullar, Kirstenbosch’a tur düzenliyor. Şu tatlılığa, güzelliğe, masumiyete bakar mısınız?
Kirstenbosch Botanik Bahçesi, 9 Nisan 2014, Cape Town
Beni öp beni öp!
Anne, çiçek ve bitkileri anlatırken
Saat 14:00 olduğunda, Kirstenbosch’un botanikçisi ve rehberi Anne ile buluşmak üzere bahçe girişine geri döndük. 70 yaşın üzerinde olduğu anlaşılan Anne ile bahçede 1,5 saatlik bir gezi yaptık. Kendisi yıllardır ve halen Cape Town Bisiklet Maratonuna katılıyor, turu da tamamlıyormuş. Sporcu insanları bilhassa yaşlıları çok severim, canım benim, şeker şey.

Anne bize çok güzel ve yararlı bilgiler sundu. Doğal orman bölgesine bizi soktuğunda, buradaki bazı çok değerli ağaçların altına açıklama koymadıklarını, zira ziyaretçilerin ağaçtan bir parça almaya çalışırken ağaca zarar verebildiklerinden bahsetti. Doğal ortamlarını her şartta korumaya çalışmalarını çok takdir ettim. Biz de Türkiye’de arboretumlarımızı bile imara açıyoruz!
Bahçenin çeşitli yerlerine soapstone'dan güzel heykeller serpiştirilmiş.
Bir de tarçıngiller familyasının parçası olan kafur ağaçları (camphor) çok hoşuma gitti. Tıpta da antiseptik olarak kullanılan bu ağacın yere düşmüş dallarından alarak çıtçıt kırdık ve ortama yayılan enfes koku eşliğinde turumuza devam ettik. Bu, çamaşır ve kıyafetlerin arasına lavanta yerine nefis gider. Birkaç dal getirdim zaten.

Gezimiz esnasında bir sonraki hafta açılışı yapılacak olan asma köprüye de çıktık. Buradan bahçenin ve Masa Dağı’nın müthiş manzarasına daha güzel hâkim oluyorsunuz. Köprüden geçerken Anne, halen çalışmakta olan işçilere “İzin verdiğiniz için teşekkürler, köprüden ‘illegal’ geçiş yapmış olduk.” dedi gülerek. “Anne’ciğim ya, biz Türkler yanındayken her yerden illegal geçiş yapabilirsin, sorun yok, no panic!” diyecektim ki “Neyse, içimden deyim bari” dedim.

Kirstenbosch'ta yeni inşa edilen seyir köprüsü
King Protea, Masa Dağı
Çıkışta, satış ofisinden Güney Afrika’nın meşhur çiçeği protea tohumlarından çeşit çeşit aldım. Bunları ülke dışına çıkarmak yasakmış, olsun, ben getirdim. İstanbul'da yaşayabilecek mi diye deneyeceğim. Botanikçi Anne, "Akdeniz ikliminde yaşama olasılığı yüksek." dedi. Aslında kış çiçeği olduğu için bahçede genelde kurumuş versiyonlarını görebildik ama Masa Dağı turumuzda pespembe kral protea (king protea) görmüştük, muhteşemdi. Protea, yangın ve dumanla stimüle oluyormuş. Ormanda yangın çıkıyormuş, o esnada proteanın tohumları oraya buraya saçılıp daha da kuvvetli şekilde yetişiyorlarmış. Satış ofisinden aldığım tohumların içinde zaten bir duman kiti de var. Bakalım İstanbul’da yangın etkisini nasıl verebileceğiz tohuma, denediğim zaman sonuçlarını yazarım.

Bu enfes botanik turunun ardından, saat 16:00 gibi Groot Constantia’ya geçtik. Burası tarihi 300 yıl geriye giden üzüm bağı ve Güney Afrika’nın en eski şarap üretim tesisi. Şarap tadımı ve mahzen turunu birkaç dakika ile kaçırmıştık.
Groot Constantia, 9 Nisan 2014, Cape Town
Zaten yorgun ve aç olduğumuzdan hemen restorana çöreklendik ve şaraplarımızı söyledik. Şebnem'e blush, bana da beyaz şarap (ne ilginç devamlı beyaz içiyorum) söyledik ve manzaranın, yeşilliğin tadını çıkararak günbatımında harika bir yemek yedik.

Groot Constantia, 9 Nisan 2014, Cape Town
Akşam içinse Şebnem’in bana çok hoş bir sürprizi vardı: 2014 yılında 80. yılını kutlayan Cape Town Şehir Balesi’nin sahnelediği ve Cape Town Filarmoni Orkestrası’nın eşlik ettiği Kuğu Gölü Balesi’ne iki bilet... 
Kuğu Gölü Balesi, Cape Town Şehir Balesi, 9 Nisan 2014, Cape Town
Temsilin sahneleneceği Artscape Opera Evi'ne vardığımızda, bina içerisine giden giden yolda bayağı bir eğlendik. Tünelin duvarlarındaki resimler hoştu.
Cape Town Opera Evi: Artscape, 9 Nisan 2014
Çocuklar gibi şendik!
Temsilin başlamasına daha biraz zaman olduğundan, bina dışında birer kahve içtik, sonra içeri geçtik. Yerimiz önden üçüncü sıranın ortasında ve mükemmeldi. Tek sorun yan tarafımdaki arkadaşın tüm temsil boyunca kıpır kıpır olması ve devamlı telefonuna bakmasıydı. Bir insanı Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü Balesi de klasiğe alıştıramıyorsa başka hiçbir şey kar etmez bence…

Davulcuya bak sen, arada ipad filan!
Sahnede beyaz dansçıların yanı sıra yedi renkli (‘coloured’) dansçı vardı ve hepsi birbirinden yetenekliydi. Yalnızca Van Rothbart’ı oynayan Xola Putye tontişti. Tontiş dansçı mı olur ya? Tontiş renkliyi de zaten bünyem kabul etmiyor. Ya da bu oyun için mi kilo aldı acaba?!

Her zaman mı böyle bilemiyorum ama Cape Town’lılar (‘Cape Townian’) alkışı seviyorlar. Bazı uzun solo partilerde normal karşılanır ama her fırsatta alkış tuttular. Ona alkış, buna alkış… Popüler temsillerde bu normal sanırım.
Afişin yarısını kapatmasaymışım, iyiymiş!
Sahne tasarımı ve kullanımı çok hoştu. Dansçıların kostümleri de aynı şekilde. Genç balet Daniel Szybkowski ve balerinler Angela Hansford (Odette’i oynadı) ile Kim Vieira (Odile’i oynadı) hakkını verdiler. Kim Vieira bazı pozisyonlarda çok titredi, çok yakın olduğumuz için hepsine şahit olma şansımız oldu. Ülkemizde izlediğimiz son dönem balelerinde bence yanlı kostüm tercihi nedeniyle dansçıların bacaklarını görme fırsatı pek olmuyor. Burada buna doyduk. Bence dansta bunu seyircinin görmesi çok önemli. Ben öyle zevk alıyorum. Disiplinli duruş, kasların güzelliği ve yılların emeğini ancak bu şekilde idrak edebiliyorsunuz.

Canım arkadaşım Şebnem’e bu güzel organizasyon için tekrar teşekkür ediyorum.

Özgün Adı: Swan Lake
Müzik: P. I. Tchaikovsky

Prodüksiyon: Elizabeth Triegaardt
Orkestra Şefi: Graham Scott
Işık: Shamiel Abrahams
Kostüm: Peter Cazalet