27 Nisan 2014 Pazar

Kap Taaaaavn!


Cape Town seyahatimin 4. gününde artık misafirliğim bitti diye düşünerek Şebnem ile şehre minibüs (‘minibus taxi’) ile gitmem konusunu masaya yatırdık. Malum Cape Town’da güvenlik en önemli konulardan biri. Hoş 10 günlük süredeki izlenimim güvenlik seviyesinin yer yer abartıldığı yönündeydi ama yaşanmışlıklar nedeniyle insanların önlemleri artırmaya yönelmesini de anlayabiliyorum.

Şebnem Wynberg-Cape Town hattının gündüz vakti nispeten güvenli olduğunu söyledi. Main Road’dan birlikte beyaz minibüse atladık. Minibüsün muavini plastik bir meyve kasasına oturuyor ve beline kadar camdan sarkarak "Kaap Taaaaavn" diye bağırarak yolcu topluyor. Toplayamazsa minibüs duruyor, muavin meyve kasasını kenara koyup iniyor, başlıyor ıslığa, bağırıp çağırmaya ve trafik ışıklarında bekleyenler olsun kaldırımdan yürüyenler olsun yolcu toplamaya çalışıyor, topladığını da yaka paça minibüse atıyor.

Muavin aynen böyle gidiyor.
Biz bindiğimizde tam iki kişilik yer vardı, ayrı ayrı oturduk. Kişi başı 7 randı (yaklaşık 1,4 TL) önceden hazır edip muavine saydık. Şebnem üniversitede ineceğinden önceden bana tüyoları verdi: "Sakın bir şey sorma, son durakta ineceksin zaten, inince de hızlı adımlarla oyalanmadan yürü, merkezde ortam daha güvenli." Bu minibüsler ve bazı hatlar belirli saatten sonra son derece tehlikeliymiş; merkeze gittiğinizi sanırken birden kendinizi teneke mahallesinde ('township') ve ölü bulmanız mümkünmüş. Renk konusuna girerek kafatasçılık yapmak istemiyorum ama minibüsteki tek beyaz renkli bizlerdik. Şebnem indikten sonraki seyahatim ise son derece renkliydi, muavinin müşteri toplama çabalarına şahit olmak, inen-binen yerelleri izlemek güzeldi.

Son durak dediğimiz yer kocaman bir minibüs garajı. İner inmez koşar adımlarla insanların aktığı yöne yürümeye başladım. Ortam çok geniş ve bir kısmında satıcı tezgahları ile doluydu. Yine renge giriyorum ama yalnızca siyah dostlarımız vardı, gerçi bir kısmının bakışları pek dostane de sayılmazdı. Yürüdüğüm yol beni bir geçite soktu, geçitte turist olduğum anlaşılmasın diye taktik yaptım ve hemen sola geçerek yürümeye başladım, malum Güney Afrika’da trafik soldan akıyor. Geçit beni bir alışveriş merkezinin içine attı. Alışveriş merkezinden çıktığımda kendimi Adderley Caddesi'nde buldum ki doğru yerdeydim. Merkezdeki cadde ve sokak tabelaları görülmesi gereken temel tarihi ve sanatsal yerleri de işaret ediyordu. Doğruca The Company’s Garden’ın yolunu tuttum.

The Company’s Garden, 8 Nisan 2014, Cape Town
Şehrin kalbinde konumlandırılmış olan The Company’s Garden (The Dutch East India Company’s Garden) adını Hollandalı Doğu Hindistan Şirketinden almış ve 1652’de şirket tarafından Avrupa’dan Doğu Hindistan’a (Baharat Yolundan) Cape Town üzerinden giden gemilerine erzak sağlamak amacıyla sebze-meyve bahçesi olarak kurulmuş. Muhteşem güzellikte bir flora, endemik türde bitki ve ağaçlar, sincap, ördek ve kuşların bulunduğu 8 hektarlık bu bahçe, 1848’den sonra halkın kullanımına sunulmuş. Bir bitki, ağaç hastası olarak burayı görmem gerekirdi.

The Company’s Garden, 8 Nisan 2014, Cape Town
Hızlı hızlı yürüyerek geldiğimden ve hava da çok sıcak olduğundan, ortamın vaha etkisi bana çok iyi geldi. Bahçedeki bazıları 300 yıllık ağaç ve bitkileri inceleyerek yürümeye başladım. Sonra bir de baktım "ücretsiz internet" yazıyor. Kendime bir bank seçerek oturdum ve ilk internetimi de burada kullanmış oldum. Bahçedeki turumu tamamladığımda sonraki adresim bahçenin hemen yakınındaki South African National Gallery idi.

Iziko Müzeler Topluluğuna bağlı South African National Gallery, Güney Afrika’nın Afrika, İngiliz, Fransız, Hollandalı ve Flaman sanatına ev sahipliği yapan bir numaralı sanat müzesi pozisyonunda. Müzenin mimarisini çok sevdim. 30 rand vererek içeri girdim. Giriş holünde ve devamında iki Güney Afrikalı sanatçının geçici sergileri vardı. Geçici sergilere detay bakıp bakmamak konusunda düşünürken karşıdan bana doğru şirin bir yaşlı hanımın geldiğini fark ettim. Kendisini selamlayıp esasen kalıcı koleksiyon için geldiğimi, en fazla 1,5 saat zamanım olduğunu söyleyerek önerilerini sordum. Şanslıymışım ki müze müdürüymüş kendisi ve bana müzesi ve mevcut sergiler hakkında güzel bir bilgi sepeti sundu. Onunla konuştuktan sonra geçici sergilere de göz atmaya karar verdim.

South African National Gallery ve George Hallett Retrospektifi, Cape Town
Geçici sergi bölümünde Güney Afrikalı fotograf sanatçısı George Hallett'ın fotograf üzerine bir retrospektifi vardı. Çalışmaları epey hoşuma gitti. Hemen tüm dünyayı dolaşmış ve objektifine almış. Ama gezerken her şeyi de almamış aslında. Bir derdi olduğu çok belliydi. Derdi de elbette politikti, fotograflarına bütünsel bakınca bunu direkt görebiliyordunuz. Sonradan şehirde elime geçen bir sanat dergisinde bu sergi vesilesiyle hakkında çıkmış bir yazıya rastladım ve adamın felsefesi daha da hoşuma gitti. 1970 yılında 28 yaşındayken siyasi ortam gereği Güney Afrika'da kendini güvende hissetmeyerek Londra'ya gidiyor ve sürgün hayatı 1994'teki demokratik seçimlere kadar sürüyor, zira kendisi lise çağlarından başlayarak Güney Afrika'daki ırkçı apartheid rejimine karşı duruyor. 40 yıllık süreye yayılan bu retrospektifte fotografların ortak noktası, Hallet'ın hep görünmeyeni göstemeye çalışması. Yani hep kendi döneminde görmezden gelineni fotograflamış. Bunun içinde başta siyahlar olmak üzere, Fransa'da Faslılar, köylüler, muhafazakar İngiliz kasabalarında hippiler, Amsterdam'da birlikte gezen siyah ve beyazlar var. Mottosu da şu: "Duvardaki sinek olmayı tercih ederim." Sanırım bu sebeptendir ki 40 yıl boyunca hiçbir fotografının gazetelerde yayımlanmasına izin vermemiş, çalışmaları yalnızca kitaplarda çıkmış. Güney Afrika'da bu sanatçıyı kazandığıma memnun oldum.

South African National Gallery, Kalıcı Koleksiyondan Örnekler, Cape Town
Geçici bölümü bitirip esas koleksiyona geçtim ve geçer geçmez hayal kırıklığı başladı. Yerel Güney Afrika sanatından örnekler beklerken, eserlerin neredeyse %60’ının beyazlara ait dönem çalışmalarından oluştuğunu gördüm. Güney Afrika diye tasniflenmiş eserler ise çok yeni dönemlere ait modern işlerdi. Bir de "İngiltere/Güney Afrika" formatında kodlanmış, burada yerleşmiş beyazlara ait eserler vardı ki benim açımdan Afrika’ya özel bir tarafları yoktu, dolayısıyla sadece İngiltere de yazabilirlerdi koduna.

Yağlıboya ve akrilik beyaz insan eserleri arasında bir tek ilgimi çeken aşağıdaki akrilik eserdi. En azından resmettiği şey oralıydı. Menşei Alman/Güney Afrika olarak kodlanmış olan eser 1935 doğumlu Helmut Starcke'a ait. Müze tarafından 2006 yılında satın alınmış. Yüzyılımıza ait bir çalışma ama olsun...
Clio, the Muse of History, H. Starcke, 2001

South African National Gallery'de 17.yy İznik çinileri
Dünyanın öbür ucunda gezdiğim bu müzede şaşırdığım bölüm ise İznik çinileriydi. Müzeye Güney Afrikalı bir koleksiyoner tarafından 1950’li yıllarda hediye edilmiş olan çinileri güzel bir camekâna koymuşlar. "Çini Türk’tür." diye de güzelce yazıp özetlemişler, aferin!

Müzede flaşlı-flaşsız fotograf çekmek yasak. Ancak ben tabii ki flaşsız olarak çektim. Bir ara yanıma yanaşıp kibarca 'çekmek yasak' diyen görevliye de 'öyle mi? sağlık olsun' diyerek çekmeye devam ettim.


Nando's'taki favori teyzelerim
Çıkışta Obama’nın da favorisi Nando’s’ta yemeğimi yedim. Önümdeki masada oturan bir grup hanım 35 derece sıcakta yün şapka ve kaşe ceket giymişlerdi, dikkatimi çekti.

Yemekten sonra meşhur Long Street’te biraz yürüdüm, esirlerin müzeye çevrilmiş kilisesine şöyle bir baktım. Hediyelik eşya satan Pan-African Market’e kısaca çıktım, ardından saat 2’de Şebnemle buluşacağımdan The Company’s Garden bölgesine koşar adımlarla geri yürüdüm.


Dondurmasız çıkmam abi!
St. George’s Mall’un orada kahvelerimizi içtikten sonra Cape Town’ın liman bölgesi Waterfront’a yürüdük.

Sonra birer dondurma alarak Hint ve Atlas okyanuslarındaki hemen tüm bitki, böcek ve balık çeşitlerinin bulunduğu Two Ocean’s Aquarium’a girdik.




Two Ocean's Aquarium, 8 Nisan 2014, Cape Town

Ayakları perdeli su kuşu ben, burada çılgına dönerek Tazmanya canavarı gibi bir oraya bir buraya koşmaya başladım.
(Zeki) Mürenle yavrusu, en sevdikleri yiyecek ahtapotmuş!
Kaya mı balık mı?
Denizatları, 40 milyon yıldır okyanuslardaymış.
Renklerin güzelliğine bakar mısınız
Hey dostum, hadi büzme dudağını ama!
Dev Örümcek Yengeci, ilgimi çekti. Bu dünyanın en büyük kabuklu hayvanıymış.
Erkeklerinin boyu 1 m, bacak uzunluğu 4 m'yi bulabiliyormuş! Yaşları da tahmin edilemiyormuş.
Kardeş siz samuray soyundan filan mı?

Bir bölümde akvaryumun görevlilerinden biri mikroskopla bazı türleri inceleme imkanı sunuyordu ve kendisinden köpekbalığı derisinin özellikleri ile deniz kestaneleri hakkında güzel bilgiler edindik. Akvaryum çok güzeldi ya…
Köpekbalığı derisi, yüzme sporuna nasıl faydalı oldu ve deniz kestanesinin dişleri
Bir iki anemon ve deniz yıldızı tutayım.
Şebnem, Ocean's Gossip'le
Beni seç, beni seç!
Şebnem, kuçu kuçuyu korkuttu.
Camlara yapıştırılmış su ile ilgili atasözleri hoşuma gitti.
Akvaryum ziyaretimiz sona erdiğinde, günü Long Street’te bitirmeye karar verip, merkeze geri yürüdük ve av etleri ile meşhur Afrika lokantası Mama Africa’ya gittik. Hiç yer yoktu, rezervasyonumuz da olmadığı için yemeği barda yemeği kabul ettik. Afrika’nın yerel antilop türleri olan kudu ve springbok yedik. Timsah eti de vardı ama nedense o ters geldi. İlk pinotage kırmızı sek şarabı da burada denedim, yemekle iyi gitti. Sonrasındaki kadeh ise tek başına hiç iyi gitmedi. Meşhur pinotage’ı pek de beğenemedim yani.

Mama Africa, 8 Nisan 2014, Cape Town