13 Nisan 2013 Cumartesi

I due Foscari

2013, Verdi yılı. Giuseppe Verdi’nin 200. doğum yılı, tüm dünya operalarında bestecinin ölümsüz eserleriyle kutlanıyor. Dolayısıyla tam sezonda Roma’da bulunup da bir Verdi Operasına gidememem söz konusu dahi değildi. Gerçi son dakikacı olduğumdan, bilet bulamamaktan çok korktum ama tuzlu da olsa Verdi’nin I due Foscari’sine ana salonda iyi bir yer buldum. Hem de Riccardo Muti yönetiminde… Müthiş… “Oh neyse ki bilet buldum.” diye sevincimi duyan Rıfat “Allah Verdi demeyip gecenin tadını çıkar.” diye mesaj atmıştı o gün bana. Neyse ki Allah bilet verdi…

Akşam 7 gibi evden çıktım, hava yine atıştırıyordu. Metroya bindim, Termini’de inip az biraz yürüyerek Cumhuriyet Meydanı’ndaki Roma Operası’na (Teatro dell’Opera di Roma) rahatça varırım diye düşündüm. Termini’de indim.

I due Foscari, Teatro dell'Opera di Roma, 12 Mart 2013
İndim ama bir türlü çıkışı bulamadım. Termini ilk gün geldiğimdeki gibi tadilat halinde ve tabelalarda yazan hatlara bile güven olmuyor, her şey birbirine girmiş. Hiçbir yerde “Çıkış” yazmıyor, ne tarafa yönelsem ayrı bir hatta bağlanıyor. Dolandım dolandım, aynı şey. İçimden kendime “Kıro musun, çıkışı nasıl bulamazsın?” diye söylenirken, daha fazla debelenmemeye karar vererek karşıdan gelen genç İtalyan çifte doğru bir hamle yaptım: “Pardon çıkış ne tarafta acaba?”. Bir bana baktılar, bir birbirlerine ve İngilizce bilmediklerini söylediler. İçimden “Ya sabır” çekerek, “Çıkış, çıkış!” dedim. Basit bir soru gibi gelmişti oysa. Tekrar birbirlerine baktılar. Sonra araya tek bir İngilizce kelime ("go") koyarak, İtalyanca “Siz nereye gideceksiniz?” diye sordu adam. Oyunun başlamasına artık yirmi dakika kalmıştı ve delirmek üzereydim. “Sadece buradan dışarı çıkmak istiyorum.” dedim. Bu sefer kadın “Ama siz tam nereye gideceksiniz çıkınca?” dedi. “Opera’ya gideceğim ve sadece yirmi dakika kaldı.” dedim saatimi göstererek. Tekrar bakıştılar ama bu sefer fiziken de birbirlerine döndüler, beni tamamen unuttular ve başladılar tartışmaya. “Allah” dedim o an, "Bittiğim andır."

Adam: “Bu kız Termini’den çıkmasın, çıkarsa çok yürür.”
Kadın: “Çıkabilir aslında, çok uzun değil yol.”
Adam: “Kesinlikle çıkmasın, yağmur yağıyor, buradan başka bir hatta binsin.”
Kadın: “Ama hangi hatta? A a buldum. Biz Annanigna’ya gidiyoruz, o da Annanigna ile gitsin, yalnız biraz yürüyecek.”
Adam: “Si si, birlikte şu tarafa yürüyelim.”
Kadın: “Tamam, bence de, kesinlikle bizimle gelsin, zaten tek durak. Sen şimdi ona anlat.”

Bu arada ben hala tribünden “Çıkış, çıkış nerede, onu gösterin yeter.” diyorum. Bir yol sorduk, gelinen noktaya bakın! Tam İtalyan işi. Sonunda bana dönebildiler, son kararlarını açıkladılar ve beni de aralarına alarak yürümeye başladılar. Kısa bir an tereddüt ettiysem de bu ilgileri karşısında kaderime razı olarak yürümeye devam ettim. Bu arada hala bana bunun en kısa yol olduğunu anlatmaya uğraşıyorlardı ama onların konuşma süresinde ben zaten Opera’ya varırdım sanırım, tabii çıkışı bulabilseydim… Metronun içinde epey yürüdük, bir yandan içimden “Hay sizi İtalyan milleti gibi, inşaallah kafadan atmıyorlardır bunlar, Annanigna mannanigna.” diyordum. Beni Annanigna hattına kadar götürdüler, biletlerini basıp içeri de girdiler, onlar da aynı hattın ters yönündeki trene bineceklermiş. Yetmedi, tren gelene kadar benimle beklediler. “Gidin siz tamam, teşekkürler.” diyorum. “Yok bekleyeceğiz.” diyorlar. Trenin kapısı kapanırken arkamdan hala bağırıyorlardı: “Unutma, bir durak sonra iniyorsun, inince sol yapıyorsun biraz git, orası.” Tabii bu konuşmalar, el kol hareket silsilesi ile destekli şekilde gerçekleşiyor. İnince aynen dedikleri şekilde yaptım ve kendimi Opera’nın fuayesinde buldum. Çok rahat bir şekilde, vaktinde yetiştim. Tek sıra yapamayan İtalyan dostlarımızın arasından zar zor üstümü vestiyere attıktan sonra yerime geçtim. En çok da Riccardo Muti’yi bu kadar yakından izleyeceğim için heyecanlıydım. 10 dakika sonra oyun başladı.
Akrobatlar ve ip cambazları sahnesi, I due Foscari, 12 Mart 2013, Roma
Roma prömiyeri 6 Mart’ta yapılan I due Foscari (İki Foskariler), Verdi’nin 1844’te bestelediği üç perdelik lirik bir trajedi… Ben de 12 Mart’ta bu sezonun dördüncü oyununu görmüş oldum. İşin güzel tarafı, oyunda bir Türk sanatçı da vardı. Soprano Asude Karayavuz, Pisana’yı canlandırdı (Başroldeki Lucrezia’nın yakın arkadaşı rolündeki yardımcı kadın oyuncu). Her zamanki gibi dekor ve kostümleri deli gibi inceledim. Muhafazakâr olmakla birlikte çok çok başarılıydı. Muhafazakârlık da oyunun dönemine sadakatten ileri geliyor. Başroller iyiydi, Lucrezia rolündeki Tatiana Serjan’dan daha iyilerini Türkiye’de izledim. İki Foskarileri canlandıran Francesco Meli ve Luca Salsi belkanto tekniklerinde başarılıydı. Bizim Asude’nin partileri çok azdı, sahnelerini ise teatral açıdan yaratıcı buldum. Sonuçta Roma Operası’nda alkışa çıkan Türk bir sanatçı olması gurur vericiydi.

Riccardo Muti nota sehpası&orkestra elemanları
Riccardo Muti’ye gelince, Maestro’ya benim bir şey söylemem hadsizlik olur. Müthiş bir şef, gerçek bir lirik, sahneyi ve çukuru kontrolü altında tutarken bunu son derece dengeli bir şekilde yapan sağlam bir Napolili karakter. Onun nota sehpasını incelemek bile çok iyi geldi.

İki Foskariler, 1457’nin Venedik’inde geçiyor. Venedik Doçu Francesco Foscari’nin oğlu Jacopo, o dönemin Konseyi tarafından iki kere müebbete mahkûm edilir. Birincisi yabancı bir prensle görüşmekten, ikincisi de Konseyin liderini öldürmekten… Zaten oyun bu sahne ile açılır. Sonrasında da baba-oğul Foskarileri ve elbette genç Foscari, Jacopo’nun karısı Lucrezia’yı trajik günler beklemektedir. Sonunda Jacopo’nun masumiyeti ortaya çıksa da iş işten geçmiştir.

Oyunda iki ara verildi, ilk arada birkaç fotograf çekeyim dedim. Sonra beni de çeksinler diye bakınmaya başladım: “Kimi seçsem kimi seçsem?” Hemen yanımda oturan üç kişinin İngilizce konuştuğunu duyunca, iki koltuk solumda oturmakta olan yaşlı adama makineyi uzatarak “Mümkün mü acaba?” diye sordum. Bu arada adamın görece genç arkadaşı tam ortamızda ayakta duruyordu ve hemen atıldı çekmek için. Dedim ki “Yok siz olmaz, çok yakınsınız, oturan bay çekse daha iyi olur.” İçlerinden “Püü, utanmaza bak, bir de adam seçiyor.” demişlerdir kesin çünkü ben öyle deyince ayaktaki hafiften bir titredi. Yaşlı adam ise “Tabii ki çekerim.” diyerek makineyi aldı ve gözlüğüne rağmen makineyi gözüne dayayarak çekti. Sonra geri uzattı, hemen baktım, gözlerim kapalı çıkmış ve dedim ki “Ama bu olmamış, uyuyorum bunda, bir tane daha çekebilir misiniz?” Adam “Elbette.” diyerek ikinciyi de çekti: “Hazır mısın, gözünün açık olduğundan emin ol, çeek tim.”
Çektiği gibi de iki koltuk sağa kayarak sol yanıma oturdu ve “Amerika’nın neresindensin?” diye bir soru yöneltti. İçimden “Yahu bir fotograf çektirdik adam şeceremizi çıkaracak, Alabama’nın içindenim mi desem acaba, neyse ya adam da yaşlı, şimdi sıkıntı olmasın.” diye düşünerek “Türküm ben.” şeklinde yanıtladım. O an adamda bir “Hoppalaaa” edası oluştu ki sormayın, kısa süreli bir tsunamiye şahit olmuş gibi baktı ve normalleşme sürecine girdi. Sonra “Hangi rüzgâr attı seni Roma’ya?” sorusu ile devam etti. Ona da “İstanbul’daki Roma Dondurmacısı tavsiye etti.” demek geldi içimden ama içinde bulunduğumuz tarihi Roma Operası’na ayıp olmasın diye normallikle yanıtlayım dedim ve sohbet başladı. Türkiye’nin işsizlik oranlarından tutun da, mortgage piyasasına, politik gelişmelere kadar sordu. “Ajan mı bu?” diye şüphelenerek temkinli konuşmadım değil ama ajanlıkta hem tip hem yaştan kaybetti. Ne de olsa bu alanda en son Skyfall’u izlemişim. Sonra ne işle iştigal ettiğime geldi sıra. Sonra da niye operaya geldiğime taktı uzun müddet. Ben anlattım. Cebinden küçük bir not defteri çıkardı, notlarını, çizdiği desenleri gösterdi. O an o kadar şaşırdım ki zira ben de kasa kasa küçük not defteri bitiren, en ufak bir çağrışımı, aklıma geleni not alan ve sonra onları birleştiren ve zincir etkisiyle ilerleyen bir insanım. O da benzerini yaparmış meğer. Adama karşı “Dude” noktasına geldim ve “Biraz da ben sorayım artık, ne biçim iş, Mastermind’da mıyız neyiz?” dedim. Aynı bana sorduklarını ona soruyordum ki ikinci perde başladı.