23 Aralık 2012 Pazar

Güher, Süher ve Zubin


İkiz konusunu hep çok çekici bulmuşumdur. Senden bir tane daha. Benim de genetik olarak ikizim olma olasılığı var. Aslında ben altız istiyorum, uğurlu rakamım, peh…

Biri dominant, biri sessiz. Bu durum röportajlarına da, çalışlarına da yansıyor. Dominant ifadesi genelde olumsuz algılanıyor ve yeriliyor. Aslında şu daha vahametli değil mi: baskın gözükmeme uğraşında olup gerçekte öyle olmayanlar, bu kategoriyi ben yeni yeni keşfediyorum. Dehlizli, yorucu ve cehennemî… Bu durum, Pekinellerde dünya ölçeğinde başarı, takdir ve müthiş bir sinerji ile çözümlenmiş, bitmiş. Bence nedeni, yetenek ve çalışkanlıklarının yanı sıra, her iki tarafın da samimi olması ve herhangi bir şekilde gözükme uğraşında olmamaları.

Güher ve Süher Pekinel kardeşler, Şef Zubin Mehta yönetimindeki Floransa Maggio Musicale Orkestrası eşliğinde, 7 Aralık Cuma günü Haliç Kongre Merkezi’ndeydi. Verdi'nin “Talihin Kudreti (La Forza del Destino) Uvertürü” ile başlayan konser, Pekinellerin solist olduğu Bartok'un “İki Piyano, Vurmalılar ve Orkestra İçin Konçerto”su ile sürdü. İkinci yarıda, Mehta yönetimindeki Orkestra, Dvorak'ın “Re Minor 7. Senfoni”sini çaldı. Programın tümünde benim tek sevdiğim bölüm uvertürdü, zaten Talihin Kudreti hiçbir zaman çekiciliğini kaybetmeyecek bence. Ne Bartok ne de Dvorak havamdaydım; hüzün, derinlik, trajedi, folklorik havalar biraz uzak dursa iyi eder benden.

İlk kez altı yaşında sahneye çıkan ikizler, bugüne kadar dünyadaki tüm önemli orkestralar eşliğinde konser verdi. Pekinellerin kayıtları içerisinde Bernstein’in kendileri için düzenlediği Batı Yakası Hikâyesi’nin iki piyano versiyonu “Yılın Plağı” seçilmişti. Ayrıca benim de hayranı olduğum Jacques Loussier ile caz projeleri Take-Bach satış rekoru kırdı.

Güher Pekinel’le 18 Temmuz 2012 günü, Keith Jarrett konserinde tanışmış, sohbet etmiştik. Yakın davranmıştı. Çok sevmiştim kendisini. Şimdi sahnede de bir kez daha bayıldım. Siyah kıyafeti muhteşemdi. Kardeşi de benzer modelin kırık beyaz rengini tercih etmiş. Sadeliği taburesinden bile anlaşılıyor. Aşağıdaki resimde de gözükmüş, incecik bir tabure. Süher’inki ise tam bir saray taburesiydi, kalın ve oturak kısmı yukarı doğru şişkin. Zaten Süher kıpır kıpır bir yerini bulamadı taburesinde konser boyunca. Tabure çok tontiş olunca böyle oluyor demek ki… Bu arada ikizlerin Mehta ile önceki yıllardan bir konser resmi de var aşağıda. Baton sağ ele geçmiş, duruş ise aynı...



Mehta sahneye çıkarken sağ tarafımdaki iki kadının konuşmasına kulak misafiri oldum diyemeyeceğim. Konser başlamış olmasına rağmen sohbet ediyorlardı. "Adam hala dimdik, baksana nasıl yürüyor, kaç yaşına geldi ama formda, saçları da pek ağarmamış mı ne, ne çalacaktı şimdi bunlar..." Zubin Mehta’nın bu yönüyle de fan’ı olacağını düşünmezdim. Gören de Mehta'nın eski kız arkadaşı sanır. Sonra aynı kişinin çantası konserin orta bölümünde baam diye yere düştü, şaşırmadım nedense. Heyecan fazlasından olsa gerek...

Konser notları… Bela Bartok sever sayılmam ama ikizler iki piyano, vurmalılar ve orkestra için konçertosunu tercih etmişler. Konçertoda timpani, zil, tamtam, üçgen, ksilofon var ve aslında piyano kadar önemliler, zira ksilofon asıl partiyi yürütüyor. Bartok (1881-1945) bu eseri için şöyle demiş: “Yıllardan beri piyano ve vurmalı çalgılar için yazmayı planlıyordum. Ancak piyanonun, güçlü ve keskin sesli vurmalı çalgılara göre yeterli denge sağlayamayacağı kaygısıyla iki piyano kullandım.” Neyse zaten az olan iki piyano repertuarı için iyi bir şey…

Sanırım ilk kez büyük orkestrada kontrbasları solda gördüm; “Hey İtalyanlar, Akdeniz insanları, n’oldu yanlış mı dizildiniz?” diye de geçmedi değil içimden ama Mehta’nın işidir kesin. Bir de öyle bir dizmişler ki, bir keltoş kontrbasçı, onun tam önünde bir kıvırcık uzun saçlı, her bir yanı saçmış hissi uyandıran kontrbasçı. Güzel bence, hoş. Kel baksın saçlıdan ilham alsın.

Bölümler bitmeden patlayan alkışlar, Haliç Kongre Merkezi'ne yine damgasını vurdu. Bazı heyecanlı alkışları anlıyorum ama bazıları gerçekten olmayacak anlarda gerçekleşti. Bari Mehta'ya bakın biraz, adamın batonu daha oynuyor, pes. Bir de kitleyi düşünüyorum, çözemiyorum. Cemiyet hayatının ünlü simaları konsere akın etmişti, ünsüz tek kişi ben miydim anlamadım. Ama sanki bunlar sadece fuayede boy gösterip konsere girmemiş gibiydiler. Yoksa çocuk oyunu gibi olup olmadık yerde bu kadar alkışı açıklamak imkânsız...

Konser bitimindeki bitmek bilmeyen bis’ler bizi çok sevindirdi, o kadar kişi gittiler geldiler, gittiler geldiler, gittiler ve yine geldiler, inanamadık.


1 Aralık 2012 Cumartesi

Şark Dişçisi

Şark Dişçisi, Şehir Tiyatroları Kağıthane Sahnesi, 23 Kasım 2012
Uzun zamandır çekirdek aile ne bir araya gelebiliyor ne de dışarı çıkabiliyorduk. Hiçbir saniyesini kendime ayırmadığım garip bir haftanın son gecesi için mükemmel kapanış oldu Şark Dişçisi. Oyunun salt ismi bile benim için çok manidar. Öncelikle isimden yola çıkarsam, dişçiden çok çekinen ben, böyle kerpetenle diş çekilen, hastaların çenesinden kafalarının üstüne kadar beyaz bez dolandırarak dolaştığı, dişçinin diş çekerken hastanın bir tarafına ayağını bastırdığı sahneler görüp bir nevi tatmin olacağımı düşünüyordum. Yanılmadım, bu resimlerin hepsi vardı tabii, düşündüklerimden daha yaratıcı diş çekim tarzları da varmış 19. yüzyıl İstanbul'unda ama bu kısımlar tali.

Yine geçen yıl bilet bulamadığım oyunlardan biri. Açıkçası Şehir Tiyatroları Kağıthane Sahnesine varana dek oyunun müzikal olduğunu bilmiyordum. Binanın tam girişine sallandırılan daha çok kumpanya tiyatrosu tarzı bezde "müzikal" yazıyordu. Bir sevindim bir sevindim. Sidikli'den sadece beş gün sonra ikinci müzikal... Ne kadar şanslıydım. Tabii bir an bizimkileri şöyle bir izledim ne diyecekler bu sürpriz karşısında diye. Annem hemen "A a müzikli miymiş, inşaallah replikleri kaçırmam." diye konuya giriş yaptı.

O kadar çok beğendim ki birçok açıdan düşündürdü bu oyun beni. Öncelikle bir İstanbul Ermenisi olan Hagop Baronyan'ın orijinali Ermenice olan eseri oluşu, sonra oyunda bolca rakı, şarap bulunuşu, epeyce dekolte kadın kostümleri, içerikte müstehcenlik derken, bu oyun şehir tiyatrolarında nasıl olmuş da sahnelenmiş diye düşünmeden edemiyor insan. Haksızlık mı ediyorum acaba derken, bu sefer "Daha 6 ay önce Şehir Tiyatroları'nın repertuar belirleme yetkisini bürokratlara veren yeni yönetmeliği nedeniyle istifa eden genel sanat yönetmeninin ardından Topbaş'ın sanat danışmanı Kenan Işık da istifa etmişti." diyorum kendi kendime.* Yoksa bu polemiklere nispet mi? Yine de Şehir Tiyatrolarını kutluyorum.



Müzikal, gezici bir tiyatro kumpanyası aracılığıyla, 19. yüzyıl Osmanlı mizahının önemli kalemlerinden, bir görüşe göre Ermenilerin Moliere'i Hagop Baronyan'ın komedisi... Görüntüde komedi olsa da toplumsal gerçeklikleri göz önüne seriyor. Baronyan (1843-1891) hemen tüm oyunlarında toplumsal konulara değinmiş, başı da sansürle devamlı derde girmiş. Şark Dişçisi'ni de 1869'da henüz 26 yaşındayken yazmış. Yalnız ve beş parasız ölmüş, şaşırmıyoruz herhalde buna.

Zamanın Ermenileri arasında geçen olaylar, birbirini aldatan eşler, görücü usulü evlilikler, kavuşamayan aşıklar, kıskançlık, para hırsı, yalan dolan... Esasen günümüzde de birebir geçerli konular bunlar, sanırım asırlar geçse de bazı gerçekler değişmiyor. Sanki bugün yazılmış gibi.

Parası için kendinden yaşça oldukça büyük Marta ile evlenmiş dişçi Taparnigos'un hovardalıkları ve onun çevresinde gelişen olayları temel alan oyun, bir karnaval havasında başlıyor. Kumpanyanın yöneticisi ve seyirciyle iletişimi sağlayan Kolbaşı’nın (Selçuk Borak) hareketli açılışının ardından, danslar, şarkılar, jonglör gösterileri başlıyor. Kıpır kıpır koltuğa sığamadım bir ara. Koreografiyi de gerçekleştiren Selçuk Borak'a (Özge Borak'ın babası) hayran oldum, o yaşta müthiş formda... Bu arada tüm oyuncular Ermeni şivesi ile oynuyor, şarkıları bile şiveli seslendiriyorlar. Bu konuda ders almışlar.

Oyun çok uzun -3,5 saat- olmasına rağmen öyle bir hipnotize ediyor ki sahnede kendimi dansediyor, şarkı söylüyor ya da dekor taşıyor gibi hissettim. Bu arada eser 143 yıl önce beş perde olarak yazılmış, o nedenle bu haline kısaltılmış demek mümkün. Ben anlamadım, herhalde o yıllarda insanlar tiyatroya sabah girip akşam çıkıyorlardı.

Bir de kostüme fazlaca meraklı biri olarak kostümler ve peruklar-saç-makyaj karşısında kafayı üşütme seviyesine yaklaştım.** Tüm bu kostüm ve saç-makyaj olayı, bu 19. yüzyıl oyununu 21. yüzyıla taşımış ve Tim Burton vari bir fantazya oluşturmuş ya da kumpanya...

Gülmekten öldüğüm replikler:
"Sen ne anlarsın lan kuş lokumu!"
"Benim paramınan adam oldu"
"Ha ha haay Aksaray!"

Bir tane de diyalog:
Marta: Pazartesi gecesi neredeydin?
Taparnigos: Hasta bakmaya gitmiştim.
Marta: Salı!
Taparnigos: Birinin dişini çekmeye...
Marta: Çarşamba?
Taparnigos: Diş doldurmaya...
Marta: Perşembe?
Taparnigos: Diş boşaltmaya... Ha, ha, ha, bizim hanım takvim gibidir. Haftanın bütün günlerini hatasız gösterir.

Müzikalin, bu olağanüstü Engin Alkan rejisi, bu oyuncular ve bu orkestra ile uluslararası platformda yıllarca  sürmesini istiyorum. Cirque du Soleil de ne, olay Şark Dişçisi'nde... Yanımdaki beyefendi oyun sonunda "İyi akşamlar" diyerek ayrılırken ikinci gelişi olduğunu, tekrar geleceğini söylüyordu. Oyun en iyi reji, en iyi kostüm, en iyi oyun, en iyi yönetmen dallarında birçok ödül de aldı.












Özgün Adı: Adamnapuyj Arevelyan
Yazan: Hagop Baronyan
Çeviren: Boğos Çalgıcıoğlu
Reji/Şarkı Sözleri: Engin Alkan - Müzik: Selim Atakan

Prömiyer: 19 Ekim 2011, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, İstanbul
Dekor/Işık Tasarımı: Cem Yılmazer - Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu
Koreografi: Selçuk Borak - Orkestra Şefi: Hakan Elbir
Oyuncular: Kolbaşı: Selçuk Borak - Taparnigos: Çağlar Çorumlu - Marta: Sevil Akı - Yeranyag: Selin Türkmen - Tovmas/Margos: Ümit Daşdöğen - Sofi: Sevinç Erbulak - Markar: Hüseyin Tuncel- Levon: Salih Bademci - Nigo: Emrah Özertem - Giragos: Tuğrul Arsever


* Yönetmen Engin Alkan, konuyu mükemmel özetlemiş: "Tiyatro politik midir? Evet, politiktir ama bu partizan bir anlayışın üzerinde bir politik anlayıştır. Sanat yapısı gereği devrimcidir. Topluma başkaldırmayı ve hakkını aramasını ilham eder." 
** Eğer ilk üç sırada oturmuyorsanız, oyuna kesinlikle opera dürbünü ile gitmekte yarar var, ben öyle yapacağım sonraki sefer.