23 Aralık 2012 Pazar

Güher, Süher ve Zubin


İkiz konusunu hep çok çekici bulmuşumdur. Senden bir tane daha. Benim de genetik olarak ikizim olma olasılığı var. Aslında ben altız istiyorum, uğurlu rakamım, peh…

Biri dominant, biri sessiz. Bu durum röportajlarına da, çalışlarına da yansıyor. Dominant ifadesi genelde olumsuz algılanıyor ve yeriliyor. Aslında şu daha vahametli değil mi: baskın gözükmeme uğraşında olup gerçekte öyle olmayanlar, bu kategoriyi ben yeni yeni keşfediyorum. Dehlizli, yorucu ve cehennemî… Bu durum, Pekinellerde dünya ölçeğinde başarı, takdir ve müthiş bir sinerji ile çözümlenmiş, bitmiş. Bence nedeni, yetenek ve çalışkanlıklarının yanı sıra, her iki tarafın da samimi olması ve herhangi bir şekilde gözükme uğraşında olmamaları.

Güher ve Süher Pekinel kardeşler, Şef Zubin Mehta yönetimindeki Floransa Maggio Musicale Orkestrası eşliğinde, 7 Aralık Cuma günü Haliç Kongre Merkezi’ndeydi. Verdi'nin “Talihin Kudreti (La Forza del Destino) Uvertürü” ile başlayan konser, Pekinellerin solist olduğu Bartok'un “İki Piyano, Vurmalılar ve Orkestra İçin Konçerto”su ile sürdü. İkinci yarıda, Mehta yönetimindeki Orkestra, Dvorak'ın “Re Minor 7. Senfoni”sini çaldı. Programın tümünde benim tek sevdiğim bölüm uvertürdü, zaten Talihin Kudreti hiçbir zaman çekiciliğini kaybetmeyecek bence. Ne Bartok ne de Dvorak havamdaydım; hüzün, derinlik, trajedi, folklorik havalar biraz uzak dursa iyi eder benden.

İlk kez altı yaşında sahneye çıkan ikizler, bugüne kadar dünyadaki tüm önemli orkestralar eşliğinde konser verdi. Pekinellerin kayıtları içerisinde Bernstein’in kendileri için düzenlediği Batı Yakası Hikâyesi’nin iki piyano versiyonu “Yılın Plağı” seçilmişti. Ayrıca benim de hayranı olduğum Jacques Loussier ile caz projeleri Take-Bach satış rekoru kırdı.

Güher Pekinel’le 18 Temmuz 2012 günü, Keith Jarrett konserinde tanışmış, sohbet etmiştik. Yakın davranmıştı. Çok sevmiştim kendisini. Şimdi sahnede de bir kez daha bayıldım. Siyah kıyafeti muhteşemdi. Kardeşi de benzer modelin kırık beyaz rengini tercih etmiş. Sadeliği taburesinden bile anlaşılıyor. Aşağıdaki resimde de gözükmüş, incecik bir tabure. Süher’inki ise tam bir saray taburesiydi, kalın ve oturak kısmı yukarı doğru şişkin. Zaten Süher kıpır kıpır bir yerini bulamadı taburesinde konser boyunca. Tabure çok tontiş olunca böyle oluyor demek ki… Bu arada ikizlerin Mehta ile önceki yıllardan bir konser resmi de var aşağıda. Baton sağ ele geçmiş, duruş ise aynı...



Mehta sahneye çıkarken sağ tarafımdaki iki kadının konuşmasına kulak misafiri oldum diyemeyeceğim. Konser başlamış olmasına rağmen sohbet ediyorlardı. "Adam hala dimdik, baksana nasıl yürüyor, kaç yaşına geldi ama formda, saçları da pek ağarmamış mı ne, ne çalacaktı şimdi bunlar..." Zubin Mehta’nın bu yönüyle de fan’ı olacağını düşünmezdim. Gören de Mehta'nın eski kız arkadaşı sanır. Sonra aynı kişinin çantası konserin orta bölümünde baam diye yere düştü, şaşırmadım nedense. Heyecan fazlasından olsa gerek...

Konser notları… Bela Bartok sever sayılmam ama ikizler iki piyano, vurmalılar ve orkestra için konçertosunu tercih etmişler. Konçertoda timpani, zil, tamtam, üçgen, ksilofon var ve aslında piyano kadar önemliler, zira ksilofon asıl partiyi yürütüyor. Bartok (1881-1945) bu eseri için şöyle demiş: “Yıllardan beri piyano ve vurmalı çalgılar için yazmayı planlıyordum. Ancak piyanonun, güçlü ve keskin sesli vurmalı çalgılara göre yeterli denge sağlayamayacağı kaygısıyla iki piyano kullandım.” Neyse zaten az olan iki piyano repertuarı için iyi bir şey…

Sanırım ilk kez büyük orkestrada kontrbasları solda gördüm; “Hey İtalyanlar, Akdeniz insanları, n’oldu yanlış mı dizildiniz?” diye de geçmedi değil içimden ama Mehta’nın işidir kesin. Bir de öyle bir dizmişler ki, bir keltoş kontrbasçı, onun tam önünde bir kıvırcık uzun saçlı, her bir yanı saçmış hissi uyandıran kontrbasçı. Güzel bence, hoş. Kel baksın saçlıdan ilham alsın.

Bölümler bitmeden patlayan alkışlar, Haliç Kongre Merkezi'ne yine damgasını vurdu. Bazı heyecanlı alkışları anlıyorum ama bazıları gerçekten olmayacak anlarda gerçekleşti. Bari Mehta'ya bakın biraz, adamın batonu daha oynuyor, pes. Bir de kitleyi düşünüyorum, çözemiyorum. Cemiyet hayatının ünlü simaları konsere akın etmişti, ünsüz tek kişi ben miydim anlamadım. Ama sanki bunlar sadece fuayede boy gösterip konsere girmemiş gibiydiler. Yoksa çocuk oyunu gibi olup olmadık yerde bu kadar alkışı açıklamak imkânsız...

Konser bitimindeki bitmek bilmeyen bis’ler bizi çok sevindirdi, o kadar kişi gittiler geldiler, gittiler geldiler, gittiler ve yine geldiler, inanamadık.


1 Aralık 2012 Cumartesi

Şark Dişçisi

Şark Dişçisi, Şehir Tiyatroları Kağıthane Sahnesi, 23 Kasım 2012
Uzun zamandır çekirdek aile ne bir araya gelebiliyor ne de dışarı çıkabiliyorduk. Hiçbir saniyesini kendime ayırmadığım garip bir haftanın son gecesi için mükemmel kapanış oldu Şark Dişçisi. Oyunun salt ismi bile benim için çok manidar. Öncelikle isimden yola çıkarsam, dişçiden çok çekinen ben, böyle kerpetenle diş çekilen, hastaların çenesinden kafalarının üstüne kadar beyaz bez dolandırarak dolaştığı, dişçinin diş çekerken hastanın bir tarafına ayağını bastırdığı sahneler görüp bir nevi tatmin olacağımı düşünüyordum. Yanılmadım, bu resimlerin hepsi vardı tabii, düşündüklerimden daha yaratıcı diş çekim tarzları da varmış 19. yüzyıl İstanbul'unda ama bu kısımlar tali.

Yine geçen yıl bilet bulamadığım oyunlardan biri. Açıkçası Şehir Tiyatroları Kağıthane Sahnesine varana dek oyunun müzikal olduğunu bilmiyordum. Binanın tam girişine sallandırılan daha çok kumpanya tiyatrosu tarzı bezde "müzikal" yazıyordu. Bir sevindim bir sevindim. Sidikli'den sadece beş gün sonra ikinci müzikal... Ne kadar şanslıydım. Tabii bir an bizimkileri şöyle bir izledim ne diyecekler bu sürpriz karşısında diye. Annem hemen "A a müzikli miymiş, inşaallah replikleri kaçırmam." diye konuya giriş yaptı.

O kadar çok beğendim ki birçok açıdan düşündürdü bu oyun beni. Öncelikle bir İstanbul Ermenisi olan Hagop Baronyan'ın orijinali Ermenice olan eseri oluşu, sonra oyunda bolca rakı, şarap bulunuşu, epeyce dekolte kadın kostümleri, içerikte müstehcenlik derken, bu oyun şehir tiyatrolarında nasıl olmuş da sahnelenmiş diye düşünmeden edemiyor insan. Haksızlık mı ediyorum acaba derken, bu sefer "Daha 6 ay önce Şehir Tiyatroları'nın repertuar belirleme yetkisini bürokratlara veren yeni yönetmeliği nedeniyle istifa eden genel sanat yönetmeninin ardından Topbaş'ın sanat danışmanı Kenan Işık da istifa etmişti." diyorum kendi kendime.* Yoksa bu polemiklere nispet mi? Yine de Şehir Tiyatrolarını kutluyorum.



Müzikal, gezici bir tiyatro kumpanyası aracılığıyla, 19. yüzyıl Osmanlı mizahının önemli kalemlerinden, bir görüşe göre Ermenilerin Moliere'i Hagop Baronyan'ın komedisi... Görüntüde komedi olsa da toplumsal gerçeklikleri göz önüne seriyor. Baronyan (1843-1891) hemen tüm oyunlarında toplumsal konulara değinmiş, başı da sansürle devamlı derde girmiş. Şark Dişçisi'ni de 1869'da henüz 26 yaşındayken yazmış. Yalnız ve beş parasız ölmüş, şaşırmıyoruz herhalde buna.

Zamanın Ermenileri arasında geçen olaylar, birbirini aldatan eşler, görücü usulü evlilikler, kavuşamayan aşıklar, kıskançlık, para hırsı, yalan dolan... Esasen günümüzde de birebir geçerli konular bunlar, sanırım asırlar geçse de bazı gerçekler değişmiyor. Sanki bugün yazılmış gibi.

Parası için kendinden yaşça oldukça büyük Marta ile evlenmiş dişçi Taparnigos'un hovardalıkları ve onun çevresinde gelişen olayları temel alan oyun, bir karnaval havasında başlıyor. Kumpanyanın yöneticisi ve seyirciyle iletişimi sağlayan Kolbaşı’nın (Selçuk Borak) hareketli açılışının ardından, danslar, şarkılar, jonglör gösterileri başlıyor. Kıpır kıpır koltuğa sığamadım bir ara. Koreografiyi de gerçekleştiren Selçuk Borak'a (Özge Borak'ın babası) hayran oldum, o yaşta müthiş formda... Bu arada tüm oyuncular Ermeni şivesi ile oynuyor, şarkıları bile şiveli seslendiriyorlar. Bu konuda ders almışlar.

Oyun çok uzun -3,5 saat- olmasına rağmen öyle bir hipnotize ediyor ki sahnede kendimi dansediyor, şarkı söylüyor ya da dekor taşıyor gibi hissettim. Bu arada eser 143 yıl önce beş perde olarak yazılmış, o nedenle bu haline kısaltılmış demek mümkün. Ben anlamadım, herhalde o yıllarda insanlar tiyatroya sabah girip akşam çıkıyorlardı.

Bir de kostüme fazlaca meraklı biri olarak kostümler ve peruklar-saç-makyaj karşısında kafayı üşütme seviyesine yaklaştım.** Tüm bu kostüm ve saç-makyaj olayı, bu 19. yüzyıl oyununu 21. yüzyıla taşımış ve Tim Burton vari bir fantazya oluşturmuş ya da kumpanya...

Gülmekten öldüğüm replikler:
"Sen ne anlarsın lan kuş lokumu!"
"Benim paramınan adam oldu"
"Ha ha haay Aksaray!"

Bir tane de diyalog:
Marta: Pazartesi gecesi neredeydin?
Taparnigos: Hasta bakmaya gitmiştim.
Marta: Salı!
Taparnigos: Birinin dişini çekmeye...
Marta: Çarşamba?
Taparnigos: Diş doldurmaya...
Marta: Perşembe?
Taparnigos: Diş boşaltmaya... Ha, ha, ha, bizim hanım takvim gibidir. Haftanın bütün günlerini hatasız gösterir.

Müzikalin, bu olağanüstü Engin Alkan rejisi, bu oyuncular ve bu orkestra ile uluslararası platformda yıllarca  sürmesini istiyorum. Cirque du Soleil de ne, olay Şark Dişçisi'nde... Yanımdaki beyefendi oyun sonunda "İyi akşamlar" diyerek ayrılırken ikinci gelişi olduğunu, tekrar geleceğini söylüyordu. Oyun en iyi reji, en iyi kostüm, en iyi oyun, en iyi yönetmen dallarında birçok ödül de aldı.












Özgün Adı: Adamnapuyj Arevelyan
Yazan: Hagop Baronyan
Çeviren: Boğos Çalgıcıoğlu
Reji/Şarkı Sözleri: Engin Alkan - Müzik: Selim Atakan

Prömiyer: 19 Ekim 2011, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, İstanbul
Dekor/Işık Tasarımı: Cem Yılmazer - Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu
Koreografi: Selçuk Borak - Orkestra Şefi: Hakan Elbir
Oyuncular: Kolbaşı: Selçuk Borak - Taparnigos: Çağlar Çorumlu - Marta: Sevil Akı - Yeranyag: Selin Türkmen - Tovmas/Margos: Ümit Daşdöğen - Sofi: Sevinç Erbulak - Markar: Hüseyin Tuncel- Levon: Salih Bademci - Nigo: Emrah Özertem - Giragos: Tuğrul Arsever


* Yönetmen Engin Alkan, konuyu mükemmel özetlemiş: "Tiyatro politik midir? Evet, politiktir ama bu partizan bir anlayışın üzerinde bir politik anlayıştır. Sanat yapısı gereği devrimcidir. Topluma başkaldırmayı ve hakkını aramasını ilham eder." 
** Eğer ilk üç sırada oturmuyorsanız, oyuna kesinlikle opera dürbünü ile gitmekte yarar var, ben öyle yapacağım sonraki sefer.

22 Kasım 2012 Perşembe

İdrar Yolları Denetim A.Ş. Sidikli’ye Karşı

Devlet Tiyatrolarında bir Broadway müzikali. Geçen yıl birkaç kez bakmama rağmen bilet bulamamıştım. Tabii oyundan bir gün önce baktığım için bilet kalmamış olmasına her seferinde şaşırmasam da olabilirdi. Bu sezon da devam ettiğini öğrenince, iki bilet almıştım. Bu etkinlikte bana Common Purpose’dan arkadaşım Ahmet Bey eşlik etti. Kendisiyle önceki hafta Oyuncak Müzesi’nde aynı kartları çekerek ortaklığımızı başlatmıştık.

En baştan söyleyim, çok eğlendim. Birden ona kadar puanlıyorum:

Müzikler: Çok beğendim, 10.
Sesler: Bir kişi haricinde şaşırtıcı derecede başarılıydı, 9.
Türkçe adaptasyonu: 10 numara.
Reji: Genç bir elin değdiği hissediliyor, 10.
Dekor: Üretken bir dekor, 8.
Orkestra: Heyecan verici, 9.
Salon: Cevahir’in içinde olduğu ve oyun oynanmazken de korkutucu derecede karanlık olduğu için 5. Cevahir’deki tsunami (insan) konusuna hiç girmiyorum.

Dünya iyice ısınmış, kuraklık, susuzluk had safhada. Evlerdeki sular kesilmiş ve ev tuvaletleri kanunla kapatılmış. Umumi tuvaletlerse özel bir şirketin yönetiminde: İYDŞ: İdrar Yolları Denetim A.Ş. Başındaki Cladwell para basıyor. Parasıyla bürokratları bile satın alyor. Tuvalet parasını ödeyemeyenler ya da kendini tutamayıp şehirde oraya buraya işeyenler ise, ceza olarak Sidikli Kasabası’na gönderiliyor. Sidikli’ye giden dönmüyor, gizemli yani. Sonunda da halkın sabrı taşıyor. Oyunda romantizm de var. Cladwell’in güzel kızı Hope ile umumi tuvaletlerden birinde görevli Bobby Strong birbirlerine aşık oluyorlar. Çok şirinler…


Oyun bir düzen eleştirisi; gücün zenginlerden ‘özgürlük’ diyen paryalara geçmesiyle, onların da zenginler kadar acımasız bir hale dönüştüğünü izliyoruz. Aslında kokuşmuşluğun sorumlusu bu-şu-o değil, herkes… Yani herkes çiş, herkes kaka… Kaka, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, kaka, çiş, tukaka…*

Güzel sesler, danslar, müzikler ile son derece tempolu, Amerikan tabiriyle 'ilham verici' bir prodüksiyon. Oyuncuların tamamı çok genç ve yarı zamanlı müzikal öğrencilerinden oluşuyor. Başrol Nebi Birgi, 86 doğumlu, hem çevirmiş hem koreografisini yapmış hem dans ediyor hem de mükemmel söylüyor. Tek o değil, tüm oyuncular çok istekli ve dinamik.

Yani böylesi bir müzikal, bir takım oyunu bizden nasıl çıkmış hayret ettim. Mutlaka gidin. Ben de gelecek sezon sürerse tekrar gidebilirim.

Özgün Adı: Urinetown
Müzik: Mark Hollmann - Yazan: Greg Kotis
Dünya prömiyeri: 6 Mayıs 2001, American Theatre for Actors, New York (Off-Broadway)
Çeviren: Barış Arman, Nebi Birgi - Yöneten:  Oğuz Utku Güneş
Koreografi: Nebi Birgi - Müzik Direktörü: Murat Kodallı
Oyuncular: Memur Lockstock: Doruk Şengün - Küçük Sally: Berfu Aydoğan - Caldwell B.Cladwell: Barış Arman - Bobby Strong: Nebi Birgi - Hope Cladwell: Ceren Gündoğdu - Penelope Pennywise: Selmin Artemiz - Memur Barrel: Efe Ünal - Senatör Fipp: Taner Tunçay - Bay Mcqueen: Adnan Yiğit - Kate: Aslı Zırhlı - Ally: Didem Atasoy - Maria Augusta: Nazlı Uğurtaş - Josephine Strong: Seda Özgiş - Bastıbacak Becky: Güniz Bilge - Keskin Bıçak Mary: Derman Çinkılıç - Balıkçı Bill: Hilmi Duruoğlu - Korkak Sue: Ayşe Günyüz - Minik Tom: Alper Aksoy - Dilsiz Dolly: Beste Özgümüş - Zulacı Robby: Köksal Ünal 


* Ama sen de abarttın, ne bu çiş, kaka, kaka, çiş demeyin. Olay şöyle gelişti: Kendisinden toplam üç defa drama dersi aldığım Yalçın Boratap, ikinci ders sonunda beni sınıfa kitleyip “Kızım” dedi –ki bana böyle hitap edilmesinden hoşlanmam ama yaşına hürmeten– “Senin dağlara, kırlara çıkıp bol bol küfretmen, ayıp ayıp şeyler söylemen, el kol hareketleri yapman gerek.” Tabii ben kıpkırmızı olmuş “Nasıl yani Hocaaam?” derken, Hoca “Bu sana ev ödevi.” diyordu hala. İlk kez bir ev ödevimi yapmamıştım o dönemde. Şimdi çok güzel yeri geldi, burada yazıyorum çiş olsun kaka olsun, fena mı, az bir yol katettim işte.

31 Ekim 2012 Çarşamba

One Day

Sabah radyoda dinledim Asaf Avidan’ın One Day - Reckoning Song’unu, kaç aydır hep Wankelmut remiksine maruz kaldık, gerçi şarkıyı da bu DJ meşhur etti ama orijinalini de bir dinleyim dedim. O da çok güzel, sözler orijinalinde daha bir manidar. Sonbahar sonbahar…
 

İşte bu da remiksi, sabahları bunu tercih ettiğim kesin…


Bu Asaf -bu ismi çok severim ve Arapça kökenlidir- İsrailli bir müzisyen ama Filistinliler tarafından da çok seviliyor. Müziğin evrenselliği, insanları barışa yöneltmesi klişe filan değil yani. Bu kategoride bir de Daniel Baremboim’i saymadan geçemeyeceğim.

Sonbahar sonbahar…

25 Ekim 2012 Perşembe

I Monet

Monet, Argenteuil Yakınlarında Yürüyüş, 1875
Melih, Monet sergisine gidelim diye önceki hafta da aramıştı, artık bu Cumartesi de motive olmasaydım pes diyecektim kendime. Sütiş’te buluştuk. Sütiş’in durumu nedir öyle ya? Önünde oturma grupları, şallar, bekleyene de tam destek. Bir de minimum continuous pressure yöntemiyle trafik yaratmasa daha iyi olacak ama...

Çizim, resim gurusu Melih’in, Sabancı Müzesi’nin yokuşunu çıkarken, ekspresyonizm ile empresyonizm arasındaki farkları, bu akımların çizim, boyama özelliklerini anlatmaya başlaması çok iyi oldu.

Serginin adı: Monet’nin Bahçesi, aslında önemli bir olay. Empresyonizme (izlenimcilik) adını veren Oscar-Claude Monet'nin (1840-1926), yaşamının son 30 yıllık dönemine ait eserlerden oluşuyor. Piposu, paleti, ve yeşil çok orijinal bir gözlüğü de var. Auguste Renoir imzalı Monet ve eşi Camille portreleri de sergide yer alan eserler arasında.

Serginin girişi, Monet’nin evi, düzenlediği bahçesi, köprüsünün olduğu fotoğraflardan derlenmiş ve girişteki duvarlara yansıtılmış sesli bir projeksiyon ile başlıyor. Sonra pipo, palet, gözlük bölümüne geliyorsunuz ki en çok durduğumuz yer burası oldu. Zira ben bu yaşlı paletin bizim baktığımız noktaya göre ters yerleştirildiğini iddia ettim; bu yerleşime göre Monet’nin solak olması gerekiyordu. Tartışmaya arkamızda duran iki kişiden biri daha aynı şekilde düşündüğünü söylerek katıldı. “Hayır, bir sorun yok.” diyen Melih, koşarak Monet’nin fotograflarının olduğu bölüme gitti ve fırçayı sağ eli ile tuttuğunu söyledi. Bunun üzerine “Küratör hata yapmış.” dedim, arkamda duran kız da “Evet, küratör hata yapmış.” dedi. İçimden “Tek bir camekanda 15 dakika duracaksak buradan çıkamayız herhalde.” diye düşünürken, birden serginin tamamını dolaşmış olduğumuzu fark ettim. Toplam 39 eser gelmiş meğersem. Ama gelen eserler bayağı meşhur eserleri.

Monet, İzlenim: Gündoğumu, 1872
Monet bu empresyonizmi nasıl başlatmış? Aslında "İzlenim, gün doğumu” (Impression, soleil levant) adlı resmi ile başlatmış. Empresyonistlere göre sanatçı direkt gerçeği değil, gördüklerinin kendisinde uyandırdığı hislerle kişisel yorumunu ön plana çıkarmalı. Doğa, günün farklı saatlerinde, değişik ışıklar altında farklı görünümler alıyor; ışık değiştikçe sadece biçimler değil, renkler de değişiyor. Monet, bunu kalın fırça darbeleriyle istediği izlenimi uyandıracak renk ve ışık etkisini yaratarak karşımıza getirmiş. Yani bana göre şöyle özetlenebilir: İlk izlenimi kaçırmamak için fırçasını çabuk kullanmış, ayrıntıdan çok bütünle ilgilenmiş. Misal, yazımın kapak resmi olan “Argenteuil’de Yürüyüş”, çok bilinen eserlerinden biri... Resimde bir kadın, bir erkek ve bir çocuk var. Büyük ihtimalle Argenteuil’de yürüyüşe çıkmış karısı Camille ve oğlu Jean... Ama resimde hiçbir ayrıntı yok.

Monet, gerçek bir çiçek delisi; hayatı bahçe düzenlemesi ile geçiyor. Hatta çocuklarının çiçeklere yaklaşmasına izin vermezmiş, “Gidin başkasının bahçesinde oynayın!” diye kışkışlarmış. Bir dönem de Japon sanatına aşık oluyor ve Japon Köprüsü, bahçesi de buradan doğuyor zaten. Kaynağı da şöyle, acayip hoşuma gitti: Amsterdam’da bulunduğu dönemde (1871) bir restoranda saklama kağıdı olarak kullanılan Japon baskılarını görüyor ve görüş o görüş, aşık oluyor. Bundan sonra da 231 Japon gravüründen oluşan bir koleksiyonu oluyor.

Renoir, Madame Claude Monet (Camille), 1872
Camille, sanatçının esin perisi, modeli ve karısı. Yıllarca birlikte yaşıyorlar ve ilk oğulları Jean Monet’nin doğmasından birkaç yıl sonra evleniyorlar (1870). Monet, evlilikleri boyunca Camille Doncieux’nün birçok portresini yapıyor. Enteresandır, Camille’in ölümünden (1879) sonra evlendiği ikinci karısı Alice’in hiç resmini yapmıyor. Karısının yandaki resmini yakın arkadaşı Auguste Renoir yapmış.
  
42 yaşındayken (1883) Giverny’ye taşınıyor ve sonraki hayatı orada oluşturduğu bahçesi, zambakları, Japon köprüsü ve çevresini resmetmekle geçiyor. Farklı hava koşulları ve günün farklı saatlerinde değişen ışık ve rengi keşfetmek, tutkusu haline geliyor. 1900'lerde katarakt sorunu başlıyor ve o gözlerle 60 kadar resim yapıyor. Bu dönemde, çok sevdiği kırmızı ve maviyi ayırt edemediği gibi nesnelerin kenarlarını da seçemiyor. Renkleri çamurumsu görüyor ve resimlerinde sarı tonlar ağır basıyor. Ameliyat olup görme yetisini kazanınca odönem resimlerine sahip çıkıyor, bir kısmını yeniden boyuyor.

Bu arada Sabancı Müzesi'ndeki Müzedechanga da “Monet Mutfakta Olsaydı” adlı bir etkinlik düzenliyormuş. Salı ve perşembe akşamları Monet'nin Giverny sofralarındaki tariflerinden esinlenerek oluşturulan menüyü tatmak mümkünmüş. Anlaşılan sergi bitmeden dört başı mamur empresyonist olacağız. Sergi 6 Ocak'a dek devam edecek. Aslında bir gün Monet'nin Giverny’deki (Paris’e 80 km) evini ve bahçesini ziyaret etmek çok hoş olabilir. "Güllü Yol"da yürümek istiyorum.

Unutmadan, "Monet’nin paleti ters koyulmuş." konusunda yanıldığımı, sergi sonunda Monet’nin paletli resimlerindeki tutuş şeklini iyice inceleyip anladım. “Sorry curator!”. Ancak başka bir iddiayı kazandım. O da açıklamasına bakmadan “Yelkenli” resminin akşam etkisi mi, gündüz etkisi mi olduğu konusunda idi. Melih gündüz dedi, ben akşam. Akşam etkisi kazandı.

Benim en çok sevdiğim Monet resimlerine gelince... Biri 19., biri 20. yüzyıl...
Monet, Güllü Yol, 1920-1922 ve Pourville Kumsalı, Günbatımı, 1882

15 Ekim 2012 Pazartesi

Efe, Fora, Simon, Berliner Phil

Yine geç yazıyorum, bu ara üşengeç fareyim. İlhamımı ise Damien Hirst'ten alıyorum. Ne ilgisi yok ki. Şimdi bu adam spot'larla meşhur olmadı mı? İyi işte ben de spotları içselleştirdim, benimsedim ve de barıştım. Her bir yanımda çıkan kırmızı benekler yüzünden oldu hepsi. Bir kısmı kırmızı pembe halkalı, bir kısmı da su toplamış olan özgün tipler bunlar. Damien bu halimi görse eminim hiç acımaz pıt pıt patlatmak isterdi su dolu topları. Sonra da ölü köpek balığı tasarımının (The Physical Impossibility of Death in the Mind of Someone Living) yanına beni koyar, yeni sergisini tamamlardı. Güncel sanat ne de olsa, kaldırır yani*.

Neyse neyse, dönüyorum ulvi konulara. Beneklerimin artık çıkmamaya başladığı üçüncü gün -27 Eylül- güzel bir konser izledim. Biletleri aylar evvelden almıştık, böyle aylar evvel bilet derdine düştüğüm nadir etkinliklerden biri. Sonradan Can ve Mert de “Biz de biz de” deyince, onlara da aldık. Özden Teyze ile Esen Abla endişelendiler biraz, benekler gıdı gıdı yapar da gelemezsem diye…


Berlin Filarmoni’nin (Kuruluş: 1882) Efe ve Fora Baltacıgil kardeşler solistliğinde İKSV’nin 40. yılı şerefine verdiği özel bir konser... Şef, efsanelerden Simon Rattle. İki kardeş çok tatlılardı, şirin şirin çaldılar. Çellist Efe takım elbise giymiş, kontrbasçı Fora ise tam fora (ama hakikaten öyle). Bordo bir gömleği üste bırakmış, olmamış beğenmedim. Tamam, anlıyorum kontrbası epey bir eğilerek çalıyorsun, sonra aralarda kafanı sallayarak bir mizansen de yaratıyorsun, takımla rahat edemezsin ama arkandaki de Berlin Filarmoni yani, abini örnek alsaydın ya birazcık.

Efe ve Fora Baltacıgil, anadan ataya müzisyen bir ailenin çocukları. Hatta küçük bir kardeşleri daha var: Poyraz, o da çellist. Konser Schubert’in bitmemiş 8. Senfonisi ile başladı, sonra Bottesini’nin keman, kontrbas ve orkestra için Gran Duo Concertante’ı ile devam etti. İki kardeşin orkestra ile birlikte çalabileceği eser sayısı çok çok az. Zaten bu son eser de sonradan çelloya uyarlanmış.

Benim için esasen önemli olan konserin ikinci yarısı idi ki tabii ki Beethoven olduğundan. Hem de en sevdiğim senfonisi 7. Senfoni. Çok iyi geldi. Tabii Haliç Kongre Merkezi’nin ses, akustik sorunlarını düşünmezsek. Zaten kontrbas kalın çalgı, hepi topu 4 tel, bir de akustik sorunsalı eklenince kulaklarımıza bardak koyarak dinledik neredeyse konserin Efe&Fora bölümünü.

Berlin Filarmoni’den kısa bir 7. Senfoni buldum:


Konserde önümüzdeki sırada bizim şirketten emekli olan Betül Hanım vardı, her zamanki gibi zarif ve güler yüzlüydü. “Neler yapıyorsunuz?” diye sorunca “O kadar yoğunum ki, vakit yok.” dedi, darısı başımıza diyorum.

Bu arada Berlin Filarmoni’nin konserlerini düzenli takip etmek isteyenler için Topluluğun Dijital Konser Salonu uygulaması biçilmiş kaftan. Orkestra, Berlin’de kendi salonunda sahne aldığında, HD kameralar ve son sistem sesle canlı izleyebiliyorsunuz. Ben dünyada benzerini duymadım.

* Bana bu süreçte destek olan tüm arkadaşlarıma içten teşekkürü borç bilirim.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Black Lab This Night

Çağrışım insanıyım. Ufacık bir kıvılcımla oradan buraya, şuradan Machu Picchu'ya* bir anda bağlanırım. Filmden kitap, kitaptan müzik, müzikten biyografi, biyografiden seyahat çıkarırım, sonra da 'ya bu nereden çıkmıştı, ilk başı neydi hacı' pozisyonunda az bir durakladıktan sonra devam ederim. Başak "Dot'un yeni sezon oyununa gelir misin? Oyunculardan biri de arkadaşım." diyerek bir youtube linki gönderdi. Oyuncular ve yönetmenle röportaj + oyundan kesitler. İzledim izledim sonuna geldim, sonunda jenerik parçası olarak Black Lab çıktı karşıma. Uzun zamandır duymuyordum. Sanki eski bir dostu görmüş kadar sevindim, onca şey hatırladım.

Bir sonbahar dinletisi olarak paylaşıyorum. Söz, müzik çok güzel, hem de canım Batman videosu var, dur bir daha izleyim. There's a game that I play. There are rules I had to break. There's mistakes that I've made. But I've made them my way...


* Machu Picchu yazdım çünkü geçenlerde kariyerinin doruğundaki iki kişi “Bugüne kadar istediğim her şeyi yazdım, yazdıklarımın hepsi gerçekleşti.” dediler. İyisi mi ben de bu dileğimi yazayım. Gerçekleşene kadar da kas oranımla akciğer kapasitemi artırmak için gerekli motivasyonu bulayım ve de tırmanayım İnka Peru.

10 Ağustos 2012 Cuma

Gotye Yeniden

Nasıl anlatsam nerden başlasam mmm… Biraz uyku, kitap, biraz gölgelenme, biraz da yeni aldığım Sherlock çizgi serileri derken, bir arkadaşımın çok beğendiğim tabiriyle görmemiş gibi yüzmek amacı ile yine Bodrum’daydım. Kefaluka’nın (Akyarlar) buz mu buz çivi mi çivi sularında kimsecikler yok, oh ne güzel, plaj kalabalık, vatandaş yanıyor. Muzaffer öncü birlik edasıyla suya koşarken bir sesle irkildim. O da nesi? Gotye çalıyor bizim otelin DJ. Ama bir türlü emin olamıyorum Gotye mi değil mi zira intro acayip uzun, mecbur girmedim denize, bekledim iskelede. Sonunda beklediğime değdi ve içinden Gotye çıktı, şarkının tamamı kullanılmamış ama güzel remiks, burada paylaşıyorum.

Geçen hafta gerçekleşen ikinci Bodrum çıkartmamda ise bu remikse denk gelemedim ama tam da doğum günümde standart Gotye-Kimbra’yı bir kez zar zor duyabildim çok kısık sesli bir halde. Var bir şey, bu şarkı beni takipte nereye gitsem.

Buradan DJ Mahmut’a “Turntable’ına sağlık.” demek istiyorum. Üşenmeyip bu versiyonu cd ile bana getiren DJ Can’a da özel bir teşekkür. Arabada devamlı bunu çalıyorum, hala bıkmadım.

Tüm tatil boyunca yanımdan ayrılmayan köpeğim, isim bulamadım ama yüzmeye bayılıyor.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

O Konser

Gary Peacock, Keith Jarrett ve Jack DeJohnette
Caz Festivali kapsamındaki son ama asla sonuncu olmasını istemeyeceğim bir konser... Cins adamlar triosu... Kötü akustiği bile tedavi eden bir karma... Müdanasız sanatçılar bileşimi...

Keith Jarrett Trio konserini kaçırmam olanaksızdı. Yaşayan en iyi caz piyanisti ve bestecilerden benim ve pek çokları için. Gürültüye, izleyiciye sinirlenip konseri yarım bırakıp sahneyi terketmişligi var. Yine çok büyük caz efsaneleri akustik basta Gary Peacock ve davulda Jack DeJohnette ile birlikte…

Jarrett konserlerinde tabiri caizse sadece nefes almanıza izin vardır; cep telefonu, kamera, fotograf makinesi alerjileri vardır ve konser başlamadan dinleyiciler diğer gösterilerde olduğundan daha uzun ve üstüne basa basa uyarılırlar. O nedenle 3.000 kişilik Haliç Kongre Merkezi'ni dolduran caz severlerin içeriye hafiften korkarak girdiğine eminim. Ben en azından öyle hissederek girdim ve de Keith Jarrett'i ilk kez canlı dinleyeceğim için çok heyecanlıydım. Konserde bana eşlik eden seslendirme arkadaşım Sancar da benim heyecanım karşısında daha fazla dayanamayıp heyecanlandı. Konser çok güzel ritimli bir parçayla başladı. Doğaçlamalar muhteşemdi, kaydedilebilseydi keşke. Doğaçlamalardan birinde gözlerim dolar gibi oldu.


Jarrett’ın piyano aşkını ve onunla nasıl bütünleştiğini görmek, parmaklarındaki hassasiyeti duymak çok güzeldi. Kırmızı gömleği ile sahneye arkası dönük sırtını kambur yapmaları, arada ayağa kalkarak çalmaları, arada da squat pozisyonunda sallanmaları harikaydı. Tam anlamıyla hipnotize olmuş gibi dinledim, izledim. Sanki Antik Yunan tiyatrosundayız ve üç filozof toplanmış ders veriyorlar.

Konser boyunca beni en rahatsız eden şey Jack DeJohnette'in davulunun ayak ziliydi. Adam her bastığında ses salonun her bir yanında yankılanıyordu. Bir ara sağ kulağımı kapatarak dinlemek zorunda kaldım. O ara Sancar dehşetle ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. Bu yankı konusunda direkt salon akustiğini suçlamak istemiyorum çünkü bu ses organizasyonu Jack tarafından da talep edilmiş olabilir, belli olmaz. Konser sonrası kendisiyle görüşme şerefine nail olan yakın kaynaklardan aldığım bilgiye göre Jarrett salondan şikayet etmemiş, bir de beğenmiş. Nasıl olmuş anlamadım. Sanırım bize gelen sesler sahneye hiç ulaşmadı. İyi bari...

Bu konserde en az Keith Jarrett kadar beni heyecanlandıran başka biri de Güher Pekinel idi. Konser arasında kendisini tek başına beklerken gördüm ve delirdim. Hayranı olduğum piyano ikizleri Pekinellerden Güher. İkiz oldukları için maalesef kendisine yaklaşıp ilk söylediğim şey "Merhaba Güher mi Süher mi?" oldu. Yanına gidene kadar da akla karayı seçtim. Bir ara gitmekten vazgeçtim. Sancar "Eee sen gitmezsen ben gidiyorum." deyince kendimi yanında buldum. Ayak üstü sohbet ettik. İkizi Londra'daymış. Güher Pekinel'in Keith Jarrett hayranı olmasına ayrıca sevindim.

Konserin aradan sonraki bölümü beni çok sarmadı. İnsanlar cep telefonlarından, twitter’larından vazgeçemediği için beklenen yaşandı ve Jack DeJohnette mikrofona giderek “Lütfen anı yaşayın, fotograf çekmeyin.” dedi ve yerine geçti. Sonra Keith Jarrett mikrofona gitti ve "Medeniyet daha buraya gelmemiş sanırım, bunu anlatamadan ölüp gideceğiz biz. Hayatın her anını fotograf çekerek yakalamaya çalışmaktan gerçek anı kaçırıyorsunuz, anı yaşayın.” diyerek epey azarladı kitleyi. Adamlar bu kadar güzel doğaçlamalar yaparken dinleyenlerin arasındaki zırzopların bir yandan şakşak fotoğraf çekmesi, twitter’larından anı paylaşma hırsları gerçekten sinir bozucu ama dinleyiciyi bu kadar azarlamak da bilemiyorum ne kadar doğru. Hoş bu adam büyük bir adam, huysuz bir adam, kitle de bunu bilerek geldi aslında ama ne yapalım aradan fırtlayanlar oluyor yine de… Bir de söylemeden edemeyeceğim, niye bu kadar çok alkışladınız, solo varken alkış yokken alkış bir karar verin, aslan ateşli halkadan mı geçiyor da her notayı alkışlıyorsunuz?

Caz açısından düşünürsem şu ana kadar dinlediğim en iyi konserdi, tekrarı olur mu bilmem. Bis de beni benden aldı: Jarett'ın en güzel seslendirdiği standartlardan biri olan “When I Fall in Love”.

Konser sonrası park alanına giderken Sancar “Bak bak, seninki” dedi. Bir baktım Güher Pekinel direksiyonda, bana el sallıyor. Sonra penceresini açtı, “Beğendiniz mi?” dedim. “Çok güzeldi.” dedi. Sancar’ın dediğine göre ben ona bakmıyorken de yanında oturan kişiye beni gösterip bir şeyler söylüyormuş. Canım benim, nasıl minyon nasıl tatlı bir insan. Umarım onlar da kardeşiyle bir konsere gelirler yakında. Hayattaki duruşlarını, sessizce yürüttükleri sosyal sorumluluk işlerini ve özellikle Tevitöl işbirliklerini hayranlıkla izliyorum yıllardır. Onu da başka bir yazıda konu ederim.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Caro


Caro gelsin gelsin dedik, İKSV Caz Festivali kapsamında ilk kez İstanbul’a geldi ve Santral’de çok güzel bir konser verdi. Ben de bu sayede ilk kez Kıyı Amfi’ye gitmiş oldum. Orta kısmı düz iki yanı amfi şeklinde ama sahneye epey uzak. Bu konserde bana eşlik eden ve Hollandalı caz vokal Caro’yu ilk kez dinleyecek olmasına rağmen her detayı sindirmiş olarak beni de bilgilendiren sevgili arkadaşım Melih’le orta bölümdeydik ama yanlarda ayakta olmayı da tercih ederdim. Bu konser ayakta daha iyi olurdu.

Konsere gelirsek, Caro tek kelimeyle muhteşemdi, zaten sesi ayrı bir olay. Ancak bu kadar hareketli ve enerjik bir sanatçı karşısında bu kadar hareketsiz kalabilen bir dinleyici topluluğu Caro için pek de zevkli olmadı bence. Bu sanırım otomatik davetiye alan kitle ile sanatçıyı tanımayıp böyle de bir konser varmış, gidelim ya da Santral’de konser izleyelim diyenlerin epey yer kaplaması nedeniyle oluyor. Konuya adapte olayım derken konser bitiyor. Yine de bu keşiften memnun ayrıldılar bence. Hele bir ara Caro eliyle birini işaret edip “Konsere laptopla gelen biri var orada, çalışıyor musunuz ne yapıyorsunuz?” diye sorarak “Sıradaki parça Mr. Laptop için gelsin.” dedi. Zira gecenin karanlığını ışıtan sadece sahne değil, insanların ayrılamadığı cep telefonları ve ipadlerdi. Ipadinizi bari istirahate bırakın böyle gecelerde!

Caro, albümünün hemen tüm parçalarını söyledi ve yeni bir parça da ekledi. Kırmızı elbisesi, minton bacaklarıyla twist hareketleri, zıplamaları çok şirindi. Sempatik bir Hollandalı. Bir ara Melih “Bu nasıl Hollandalı, kesin başka bir ülke asıllı.” diyordu. Sonunda kitleyi ateşlemek için son parçanın en can alıcı bölümünde kesip bekledi “Hadi bakalım ayağa, yoksa devamı yok.” dercesine ve insanlar bundan sonra ayağa kalkıp biraz dans ettiler. Biz de tabii ki kitlenin başını çekiyorduk. Favori parçam Stuck’ı da bise saklamış kendisi. Bir de turntable’daki DJ Kypski arkadaşımızın fıçı fıçı müziği, albümdekinden kat be kat daha eğlenceliydi.

Biri hariç Melih’in konser fotoğraflarından seçki…


3 Haziran 2012 Pazar

Nicolas Mahut

Nicolas Mahut, Roland Garros 2012
En sıkı takip ettiğim Grand Slamlerden biridir Roland Garros - belki de kendim de 12-16 yaş arasındaki lisanslı tenis günlerimi toprakta geçirdiğimdendir. Bu çorak dönemim ayrı bir yazı konusu olabilir, neyse anılara girmeyim - Öyle ki iş günlerinde öğlen yemeği yemeyip, bir de üstüne para verip internetten izlediğim nice maç olurdu. Zaman zaman sol taraftan sıra arkadaşım Hakan Bey de esprili yorumlarıyla bana katılırdı.

Bu Cuma iş çıkışı güzel bir maça denk geldim. Maestro! Federer ile daha evvel çok az izlediğim Fransız ev sahibi Nicolas Mahut. Sonuç belliydi ama maç sonunda Mahut’un ‘mamut’ olduğuna karar verdim. Roland Garros’ta bundan evvel dokuz defa mücadele eden ancak sadece 1 maç kazanmış 30 yaşında bir tenisçi düşünün. Onuncu Roland Garros’unda ise ilk kez üçüncü tura yükselen, bu noktada Federer’e denk gelen ve kaderi, isimli turnuvalarda devamlı üçüncü turda elenmek olan bir garip düşünün*. Fazla da garip sayılmaz çünkü ikinci turda Roddick’i yendi.

Sonuçta Mahut, yine üçüncü turda elendi ancak bir farkla: Federer’e dört sette yenildi. Yani bugüne kadar Federer’e karşı oynadığı toplam dört maçta, ilk defa bir set kazanarak elendi. Federer’i de epey bir zorlamış oldu.

Roger Federer ve Nicolas Mahut, Roland Garros 2012
Fransız seyircisinin sevdiği oyuncular vardır, ancak söz konusu olan bir Fransız ise karşı tarafı yer bitirir, acımazlar: Bu turnuvada da kurban Serena Williams oldu, ilk turda elendi, Serena Williams’ın kişisel tarihinde bir ilk… Williams kardeşlerin fan’ı değilimdir, ancak hem bir Fransız oyuncuya denk gelmesi hem de başhakem Eva Asderaki ile önceden gelen kötü elektriği nedeniyle maç sayısı attığı maçı kaybetti.

Ancak Mahut, Federer maçı esnasındaki hareketleri ve maç öncesi verdiği demeçleri ile, Fransız izleyici ve tenisçilerle ilgili düşüncelerim açısından bende tam tersi bir his yarattı ve epeyce şaşırdım. Maç öncesi demiş ki “Bir sorunum var, karım müthiş bir Roger fan’ı, hatta tüm ailem öyle. Fransa Açık’taki ilk üçüncü tur maçımda Federer’e karşı oynamak bana harika bir hediye. Kazanma ihtimalim az. Kazanmak için hayatımın en iyi maçını oynamam, Federer’in de ortalama bir performans göstermesi gerekli." Çok hoşuma gitti bu demeci. O yüzden kendisini mamut ilan ettim; nesli tükenmiş bir Fransız sporcu. Zaten maça sol elinin serçe parmağında yüzükle çıkan sporcudan zarar gelmez.

* Niye garip? Çünkü 2010 Wimbledon’ınında Amerikalı dev, John Isner’la tenis tarihinin en uzun maçını yaptı ve 11 saat 5 dakikada kaybetti. Kaybetse de adı tenis tarihine kazınmış oldu, unutulmaz bir maçtı. Ne iyi çocuk şu Mahut, tarihi maçı kaybettiği rakibi John Isner’la da kanka olmuş, bu Roland Garros’ta onu ailesiyle tanıştıracakmış. John kardeşim ne işin vardı teniste, 2.06’lık boyunla? Kortta o yana bu yana zor koşuyorsun zaten, basket alemine girip Lamaar Odom’la kankalık etseydin ya…

11 Mayıs 2012 Cuma

Takke Takla Taş

Afife Tiyatro Ödüllerindeki bu sahne basında pek yer bulmadı. Annem 'bunu görmelisin' dediğinde, epey şaşırdım, çünkü gazetelerde tek kelimeyle geçen bu sahnenin bu kadar etkileyici olacağını düşünemezdim.

Bir süre önce İçişleri Bakanı Şahin’in Erzurum’da kendisini gördüğü için sevindiğini belirten vatandaşa, “Nereden bileyim sevindiğini, haydi bir takla at ya da oyna da göreyim’ diyerek vatandaşı bir güzel oynatmış ve otorite kibrinin güzel bir örneği olarak tarihe geçmişti.

İşte o an, Afife Tiyatro Ödüllerinin sunuculuğunu üstlenen Korhan Abay’dan bu olaya müthiş bir protesto örneği:

Malzemeden yararlanmanın böylesi, yaratıcı eleştirinin hiç unutamayacağım bir şekli ve sanatçı dediğin budur dedirten an… 

Aynı törende, Müjdat Gezen de Şehir Tiyatrolarının simgelerinden Nedret Güvenç’e ödül vermek üzere sahneye çıkmış ve “20 yıl Belediye’de çalıştıktan sonra Şehir Tiyatrolarının yönetim kuruluna tayin oldum.” diyerek muhafazakâr belediye çalışanı tiplemesini canlandırmış.

Tabii bu tenkitli sahneler; heykele kaka, Fazıl Say’a güle güle, tiyatrolara “özel”likli bir güle güle başlıklarında yaratılan gündemimizde, tiyatronun sadece eğlence değil, aynı zamanda önemli bir kitle eğitim aracı olduğunun tüm kesimler tarafından iyiden iyiye sindirildiğini yeniden hatırlatıyor.

Bu arada, Korhan Abay’ın sporcu kişiliğine, 58 yaşında bu kadar formda oluşuna da hayran kaldım doğrusu, o kıyafetle kaç takla attı bize takla attıranlara. Vatandaşa ‘haydi bi oyna’ diyen Bakana da zumba dersi almasını önermek isterim, güzel stres attırır.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Antonius ile Kleopatra

Antonius ile Kleopatra, W. Shakespeare, Oyun Atölyesi
Işılımın tam bir ay öncesinden “21 Nisan’ını boş tut” diyerek bilet aldığı Antonius ile Kleopatra'nın gelip çatmasını Kalamış’ta kutlamaya başladık. Yağmurun ardından gelen gün batımındaki yemeğimize ilk kez denediğimiz bir İtalyan pinot grigio eşlik etti. Üstüne birer Türk kahvesi ve ver elini Oyun Atölyesi.

Oyun, perde açılmadan başlıyor. Arkada gülüşmeler, kahkaha, bağırış, koşuşturma ile seyirci ısındırılıyor. Müzik son ses, çok etkili, kıpır kıpır, kalk oyna diyor. Biraz omuz salladım ben de.

Konu: Tüm Shakespeare oyunları gibi zamansız... Akıl mı aşk mı / uygarlık mı doğa mı? Her iki durum da birbirini yeme pahasına bir arada var olmaya çalışıp da var olamıyorlar ya oyunda bunun yansıması Marcus Antonius ile Kleopatra. Bir an Midas Operası ile çapraz kurgu yaptım da, aslında Dionisos Apollon kapışması da konuyu gayet iyi özetler.

Zerrin Tekindor'u ilk kez tiyatro sahnesinde izledim. Çok keyif alarak oynadığı hissediliyor, özellikle 'Müzik başlasın' diye cariyelerine bağırdığı anlarda bacaklarını omuz hizasında sabitleyip üst bedeniyle yaptığı danslar çok eğlenceliydi.

Haluk Bilginer'i en son Vahide Gördüm ile  Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler oyununda izlemiştim. Usta, yine usta sadece saçlar biraz daha uzun biraz daha kır. Yani nasıl bir aurası varsa karşısındaki oyuncu onunla olan sahnelerinde daha bir yükseliyor.


Mert Fırat her zamanki gibi çok etkili oynadı ama sahne üstündeki banklarda oyun sırasını beklerken niye sürekli Süleyman oturuşu yaptı onu anlamadım. Hoş olmuş aslında. Yönetmen acaba “Sen geleceğin İmparator Sezarısın karanlıkta sıranı beklesen dahi diğerlerinden farklı oturmalısın!” mı dedi.

Emre Karayel'i az biraz yorgun gibi gördüm. Bir sahnesinde de replik karıştırdı ve bölümü baştan aldı. Aslında gece sonunda (ertesi gün) kendisi ile nuperada karsılaştığımıza göre fazla da yorgun olmadığı ortaya çıktı.

Onur Ünsal ise açık ara favorim. Böyle bir esneklik böyle bir berraklık yok. Oyunda hem Haberci hem Eros hem de Seleucus rollerini canlandırıyor. Seviyorum onu.

Nisan oyunlarına hiç yer kalmamış ama Mayıs için çabalamaya çok değer… Bir de Oyun Atölyesi, Antonius ve Kleopatra ile Londra Uluslararası Shakespeare's Globe Festivali'ne davet edilmiş. 26-27 Mayıs’ta Londra'da sahne alıyorlar.

Tiyatro çıkışındaki Ali Usta dondurma seansımız 10 numaraydı:
helokiti yazık değil mi
attın o kavunlu karamelliyi
arkandan ağlar mini mini*

Özgün Adı: Antony and Cleopatra
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Bülent Bozkurt
Yöneten: Kemal Aydoğan
Dünya prömiyeri: Blackfriars, Londra, 1605–1607 yılları arasında bir zamanda

* Shakespeare'e gönderme, zamansız şiirim

22 Nisan 2012 Pazar

Gotye

Son altı aydır dinlemekten bıkmadığım bu şarkıyı Etkin Fare’ye konuk ediyorum.

Müziğinde günümüz karmaşası yok, popüler olan bir iş ama kalıcı ve dayatmadan uzak, sonra rock’çıl ama ipeksi ses, çok tatlı melodi.


Aloo Kimbra, anladık çıplaksınız da nereye bakıyorsun öyle, şarkıya konsantre ol!
Gökhan Kırdar, öncesi-sonrası


Gotye (‘gatye’ diye okumaya çalışın), yalnız dişlerin benim için biraz korkutucu, sen o tiz bölümlerde acaba arkanı mı dönsen bilemedim. Bir de tarzlarınız farklı olsa da senin hem kariyer hem fiziki olarak sonun, bizim Gökhan Kırdar bence. Yok yok sorun. Güzel işler yapıyor o da.

Bizim ülkede biraz isminden kaybedebilirsin sadece, olsun. Ben diğer şarkılarını da dinliyorum, diğer videolarını da izlerim. Hem de aşık olduğum ortaçağ şehri Brugge’de doğmuşsun, iyice hoşuma gitti.

15 Nisan 2012 Pazar

Tophane Artwalk

Horasan, Labyrinth of Richardson, 2012
Çağdaş sanatla ilişkim inişli çıkışlı. Bazen ‘ya ne de güzel düşünmüş, hayata geçirmiş’ dediğim çalışmalar oluyor. Bazen anlamsız bulduklarım oluyor, özellikle politik mesaj kaygılı olanları. Ya da iyi isim yaptı diye sadece 3 parça ile sergi açıp bildiri gibi 10 sayfa açıklama yazanlara ‘bu kadar yazacağına 2 parça daha üretiverseydin’ hisleriyle yaklaştıklarım oluyor. Belki de ben iyi tahlil edemiyorumdur diye düşünerek interaktif bir modern sanat eğitimine kayıt yaptırmıştım ki, katılımcı azlığı nedeniyle ders açılamadı. Olsun, yazıştığım küratör adaşım çok yakında görüşeceğimizi söyledi. Bu sürede, çığ gibi büyüyen bu güncel sanat olaylarındaki güncel duruma bir bakmak için geçen Pazar günü Tophane Artwalk yolunu tuttum. Bana bu güneşli gezintide, eski -bu hayatta kendi kendime edindiğim ilk- komşum, kendisi de son derece yaratıcı, üretken kişilik Melih katıldı. Bir insan hem yağlı boya resim, hem çizgi roman (hikaye+çizim), hem grafik, hem de esaslı yazılım yapar mı? Ben nerelere gideyim, Melih yapar.

N.H.R. Dikbaş, Extrastruggle, 2012
Melih’in “Kahveni içtin mi?” diye sorması üzerine, “Ben içmedim.” “Ben de içmedim.” “İyi, içmemiz lazım o zaman.” diye konuşa konuşa Mandabatmaz’a geldik ve acı kahvelerimizi içtik, oh mis. Sonra turumuza ilk olarak Mısır Apartmanı'ndaki Galeri Non ile başladık. Burada Nazım Hikmet Richard Dikbaş isimli sanatçının “Extrastruggle-Nereden Gelmemiz Gerekiyorsa Oradan Gelmişizdir” isimli sergisini gezdik. Bu sergide ilgimi çeken parçalar, porselen üzerine yazılmış ananelerin tuhaf ve güzelim lafları ile örümcek telefon oldu. Sanatçının ismi takma mı gerçek mi iddiasını, tabii ki ben kazandım. Hem Nazım Hikmet olacaksın, hem biraz Leeds'li Richard olacaksın, hem de Dik kafalı isen, senin serginin adı olsa olsa Extrastruggle olur.
H. Edalatkhah, Lollipop Mullahs, 2011

Apartman’da en çok beğendiğim sergi, CDA Projects'teki İranlı Hossein Edalatkhah’ın “Doğruluk mu Cesaret mi” isimli resim ve heykel sergisiydi. Kendisi de eşcinsel olan sanatçı, ülkesinde yaşadığı zorlukları eleştiren işler yapmış. Hepsi birbirinden etkileyiciydi. Çalışmalarında İran’ın tarih ve kültüründen iz ve figürleri uyumlu şekilde kullanmış. Bu toplumsal sorun, ancak bu kadar başarılı aktarılabilirdi. Gerçek bir hesaplaşma…

Hande Varsat, Daima Yüklü, 2012
Mısır Apartmanı’nı bitirdikten sonra, Artwalk haritalarını evde unuttuğumdan PiArtworks’ten aldığımız yeni haritalar eşliğinde Tophane hattına yöneldik. Bu hatta en etkileyici bulduğum işlerden biri, Galeri Apel’deki Hande Varsat’ın işleriydi. Varsat, ataerkil toplumdaki “Elâlem ne der?” baskısı ve bunu kabullenmenin yüküyle yaşayan Türk kadınına dair hikâyeleri anlatmış. O kadar çeşitli malzeme ve fikir vardı ki, sergideki her bir parça, ayrı bir kadının dünyasına götürdü beni. Sergideki en etkileyici parça, "Yaşar ya yaşar ya yaşamaz" idi. Ben bu parçaya kendimce "Kınalı Kuzu" adını verdim. Bu arada Galeri Apel’in mimarisi ve iç içe geçen odalarının hastası oldum.

PiArtworks’ün Galatasaray ve Tophane şubelerinde konuk ettiği Mustafa Horasan ve Ümmühan Yörük işlerini diğer galeridekilere göre bir tık daha kalibre gördüm. Mesaj kaygısının yanı sıra daha özgün ve oturmuş geldi bu sanatçıların çalışmaları bana. Ümmühan'ın çalışması, gerçekten yere oturmuş/yatmış vaziyetteydi, o başka. Birebir insan şablonu kalıplar, yerde yatar konumda mekanı kaplıyordu. Şiddet çağında, insanın duyarsızlaşması ve sadece bir nedenden ötürü orada bulunan bu cansız insanların, nesneye dönüşmesi, “kirli ayaklar”ın çiğneyip geçtiği birer “paspas” olmaları hali...
Ümmühan Yörük, Nearness at a Distance, 2012
Boğazkesen’de son olarak Daire Sanat Galerisinden çıktığımızda, acıkmıştık artık. Tophane’deki dürüm + acı biber seansından sonra, Melih sağ olsun rotamızı Kumbaracı Yokuşuna çevirdi, çık babam çık, herkes iniyor biz çıkıyoruz, var bir terslik. Neyse yokuş bitiminde beni dondurma ile ödüllendirdi de söylenmeyi bıraktım.
Niğde Gazozu güzeldi, yaz tatillerinde İzmir’de içtiğim Sensun Gazozunu hatırlattı.

8 Nisan 2012 Pazar

Midas’ın Kulakları: Kim daha güçlü, kim daha usta?

Midas, Sedat Öztoprak, Bariton

Kısa opera tarihimizin en sevilen, en önemli eserlerinden Midas’ın Kulakları, İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından Yücel Erten rejisörlüğünde bu yıl bir kez daha sahnelendi. Neyse ki 27 Mart’taki sondan birinci oyunu yakaladık.

Midas’ın Kulakları, Ulvi Cemal Erkin’in öğrencisi Ferit Tüzün’ün tek operası. Tüzün, eserlerinde halk müziği temalarını kullanan ancak güçlü orkestralama tekniği ile son derece özgün melodiler üreten bir besteci. Librettosunu Güngör Dilmen’in yazdığı bu operayı, TRT’nin siparişi üzerine 1967 yılında radyofonik opera olarak bestelemiş. Aydın Gün tarafından ilk kez sahnelenişi ise 1969 yılında canım AKM’de gerçekleşmiş.

Eser, bilindik opera kalıplarını kırıyor, çünkü teatral yönü ağır basıyor. Zira, ana karakterlerden Berberbaşını, eserin ikinci sahnelenişinde Levent Kırca, üçüncü sahnelenişinde de Köksal Engür canlandırmış. Şimdi de bir tiyatro yönetmeni tarafından sahnelenmesi çok isabet olmuş. Zaten bir tiyatrocunun elinin değdiğini hemen hissediyorsunuz.

Kısaca konu: Efsanevi Frig Kralı Midas, kehanet ve güzel sanatların tanrısı Apollon ile kırların tanrısı Pan arasında yapılacak bir çalgı çalma yarışmasında yargıç olarak seçilir. Midas, Pan’ın kavalıyla çıkardığı sesleri hiç beğenmez. Apollon’un liri ile çaldığı melodiler ise çok hoşuna gider. Ancak Midas yarışma sonunda, oyunu Pan’dan yana kullanır. Amacı büyük Yunan tanrısı Apollon’a bir ders vermektir. Buna çok kızan Apollon da “Güzel müziği ayırt edemeyen kulak, insan kulağı olamaz. Sana eşek kulağı yakışır!” der ve Midas’ın kulakları eşek kulakları olur.

Mitoloji, masal desek de, konu gayet güncel. Benmerkezciliğin, egonun aslında tüm tarafları nasıl ezdiğini düşündüğümde, tek egosantrik olan Midas değil, aynı zamanda Apollon da. Ne diye müziğini beğenmedi diye kralın kulaklarını eşek kulağı yapıyorsun, öyle değil mi ama? Sen de pekala kendini beğenmiş bir tanrısın. Günümüz için bir değerlendirme yapacak olursak: Bir kişiye verilecek en büyük ceza, onun kuşaklar boyu bencillikle anılması. Yeri gelmişken, kendimizi “me generation”a bir an evvel hazırlamamız gerekiyor. Yarı gümbür gümbür, yarı çalgılı çengili, yarı da bodoslama geliyorlar…

Neyse oyuna dönüyorum: Yücel Erten rejisi başarılı ve özgündü; daha önemlisi, günümüze gönderme içeriyordu. Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı ve RTE’nin “ucube” olarak adlandırıp yıktırdığı İnsanlık Anıtı’na yapılan gönderme çok ama çok hoşuma gitti. Kızgın Midas, halkın yüzünü bile görmek istemez ve meydandaki heykelin üzerini sıkıca örttürüp yanına da silahlı nöbetçiler diker. Halk heykeli çok merak eder ama nöbetçiler yanına bile yaklaştırmaz.

Oyuna ustaca yerleştirilen bu ucube eleştirisini o kadar beğendim ki sadece bunun üzerine bir sosyoloji tezi yazılmasını istiyorum. Favori karakterim, tabii ki Berberbaşı Süha Yıldız.

Unutmadan, kostümler şaheserdi. Özellikle Pan ve keçilerin kostümleri… Bir de oyun esnasında baleyi özlediğimi fark ettim, ne kadar hayatî etkisi var opera sahnesinde. Yapıtın dans için yazılan bölümleri o kadar incelikli örülmüş ki, iyi koreografi ile birleşince o masalsı dünyanın parçası oluyoruz.

Keçilerin korosunu hemen ezberlemişim, manzum olunca ezberlemesi kolay oldu sanırım, arabada gidip gelirken epey bir çığırdım:

Efendimiz Dionisos, şu koskoca oyun tanrısı
Dionisos Efendimiz, şu koskoca şarap tanrısı
Bizi uçsuz bucaksız Frigya ovalarına saldı
Koro olacağız biz bu oyuna
Delişmen keçi tayfası
Tayfası, keçi tayfası
Delişmen keçi tayfası…

(Gururla) Özgün Adı: Midas’ın Kulakları
(Gururla) Libretto: Güngör Dilmen
Dünya prömiyeri: 27 Aralık 1969, İstanbul Kültür Sarayı (AKM), İstanbul

Bu arada Süreyya Operası’nda devam eden çok hoş bir sergi var: Opera Afişleri Sergisi. Müthiş bir tarih. Afişlerde kendi dönemlerinin grafik tarzlarını görebiliyorsunuz. Misal, Ankara afişleri ağırlıklı yazı üzerine tasarlanmışken İstanbul afişleri illüstrasyon üzerine. Sergi, 21 Nisan’da sona eriyor. En beğendiğim afişlerden ikisi ise işte burada… Leyla Gencer’li Tosca (prömiyer) afişi 1960 yılından.


1 Nisan 2012 Pazar

Van Gogh Alive

Yıldızlı Gece (manipüle), Van Gogh, 1899



Abdi İbrahim’in kuruluşunun 100. yılı şerefine getirilen Van Gogh sergisini, sevgili Helokiti, namıdiğer Moşi, diğer bir deyişle Işıl ile gezdik. Emek Kafe'deki kahvaltı seansımızın ardından güneşin bizi çok sevdiği bu Cumartesi günü, sinema planımızı iptal edip Moşi'nin dâhiyane fikri ile kendimizi metro-funiküler-tabanvay vaziyette uzun mu uzun bilet kuyruğunda bulduk.

Sergi alanına ulaşmak için kapkaranlık korku tüneli benzeri bölgeden geçerken epey eğlendik. Bu geçiş alanı sanırım gözleri, loş sergi ortamına alıştırmak içindi.

Van Gogh'un başyapıt üretim ve mektuplarının 40 projektörle duvarlara, sütunlara ve yerlere yansıtıldığını düşünün. Dört bir yanınızdaki resimler kısa aralıklarla değişiyor ama değişirkenki geçişler bile özel tasarlanmış, çok hoş. Işık hareleri her yerde dolaşırken, siz de Arvo Part, Handel, Haçaturyan gibi müzisyenlerin güzel seçilmiş, genellikle piyano müziği eşliğinde, ne tarafa baksam diye serginin hareketli bir parçası oluyorsunuz aslında. Örneğin; Aram Haçaturyan'ın Kılıç Dansı ile tüm hangarı dört dönen kömürlü treni takip etmek, çocuksu bir coşku oluşturdu içimde.


Sonuçta daha büyük, daha geniş bir ortam hayal etmiştim ama fikir orijinal ve özellikle bu kadar çok sayıda olduğunu bilmediğim Japon esintili eserlerini görmek iyi oldu. Bu kadar çok resmine birden maruz kalınca da, Van Gogh’un 20. yüzyıl izlenimci kardeşliğini nasıl sinsice etkilediğini düşündüm.

Bu dijital sergi, sanatı deneyimlemek için yeni bir yol aslında. Böylesi farklı bir anlatım ve sunum için Van Gogh’un seçilmesi de sürpriz sayılmaz, ne de olsa eski kulağı kesiklerden.

Yazının giriş resmi ise çıkıştaki eğlencemiz: “‘Yıldızlı Gece’de FujiMoşi”. Fotografı çeken kızı da epey uğraştırdık. "Olmadı bu, benim Japoniçe gözükmemiş, taam sen sola geç, şöyle resimle uyumlu helezonik poz verelim." filan diyoruz sanki Paris Match’de yayımlanacak fotograf. Kız bakıyor bize ‘bunların kafa neyin kafası’ diye. Neyse sonra o da kaptırdı. "İlkin şu sizin fiyonku bi bağlayım ben, yok bu olmadı, tekrar çekeyim, siz şimdi elinizi biraz daha kaldırın..." Neyse sonunda bunda karar kıldık.

Sergi 15 Mayıs’a kadar Karaköy Antrepo 3'te. Bu dinamik ortam, bizim gibi çocuk hissedenler ve çocuklarla eğlenceli vakit geçirip onları resme yaklaştırmak isteyenler için de ideal.


20 Mart 2012 Salı

Aşk İksiri


Zaman: 1944
Yer: Napoli’de bir kafe

Biz Donizetti’yi çok severiz. Bizden sayılır, ne de olsa abisi Donizetti Paşa olur. Giuseppe Donizetti’ye ülkemizde operayı kuran insan da diyebiliriz. II. Mahmut sağ olsun, kendisini İtalya’dan getirtti de, adam neredeyse 30 yıl boyunca (ölene dek), bizimle uğraştı; orkestralar kurdu, şancılar yetiştirdi. Eh, kardeşi Gaetano’ya da güzel ilhamlar vermiş, malum.

Aşk İksiri, Gaetano Donizetti’nin 1832 yılında sadece 6 haftada Milano’da bestelediği, 19. yüzyıl İtalyan operasının canlı ve parlak müzikal unsurları ile donatılmış eserlerinden biri. Melodiler serbestçe akıyor, ciddi olsun komik olsun tüm öğeler rahatça anlaşılabiliyor. Bu anlatımdan olsa gerek, günümüzde de çok seviliyor. Berlioz, İtalyan operası için “Bir tabak makarna gibi kolay sindirilebiliyor.” demiş ya, özel ve özlü bir özet…

Konu aslında erkek külkedisi hikâyesi. Zengin ve bekâr bir arazi sahibesi (bu versiyonda kafe sahibi), ona âşık olan çiftçi Nemorino, güçlü asker Belcore ve aşk iksirim var diye bağrınan şarlatan Dulcamara başrollerde ve yaşanan bin türlü trajik olaydan sonra mutlu son.

Dekorun pastelliğini beğendim, mevcut yer sıkıntısında bundan iyisi can sağlığı. Şanda Zıpçı tasarımı kostümleri çok tuttum, efil efil hoştu. Sadece Nemorino daha bir derbeder giyinse rolüne göre daha iyi olurdu.

Gelelim Yekta Kara rejisine… Genel olarak hoşuma gitti. Zaman ve yer, orijinal eserde, 18. yüzyıl sonları, küçük bir Bask köyü. Ama Yekta Kara, bunu 20. yüzyılda Napoli olarak yorumlamak istemiş. Giriş, hoş bir film gösterisi ile başlıyor. Ancak oyunun orta yerinde, neye uğradığımı şaşırdım: “O sole mioo!” söyleniyor. Derhal beynimdeki fareler gıdıgıdı yapmaya başladı. Piyesin ortasında o sole mio da neyin nesi? Yanlış mı duyuyorum, hayal âlemine mi bağlandım?

Şu bana iyi gelmiyor: Halka (!) ineceğim diye, bu çok temel eserin orta yerine, eserle dönemsel bağlantısı olmayan (bir ekol buna kör alaka derdi) bir napoliten şarkıyı tıkıştırmak olmamış. O sole mio zaten yıllar yıllar evvel görevini ifa ederek halka inmiş, duruyor orada. Oysa eser, kendi döneminde ve kendi motiflerine sadık kalınarak sahnelenmiş olsa, en azından ilk kez görenler için bir referans noktası olabilirdi. Aslında bunu üç adım atlatırsak, böyle eksantrik olma çabaları, halkla dalga geçmek bile sayılabilir. Bunun tercümesi: “Dostum, sen şimdi anlamamışsındır, ben araya ‘o sole mio’yu katık edeyim, ne olur ne olmaz; bari bir İtalyan operası izlediğini anlamış olursun.” Operada rejinin yorumu hassas bir konu. Bazı yorumlara hayran olabiliyor insan ama bazıları da olmuyorsa olmuyor. Farklı yorum konusunda beğendiğim son örnek, 2009 yılında Recep Ayyılmaz’ın sahneye koyduğu Orphée ve Eurydice idi.

Aşk İksiri’ndeki favori karakterim ise düzenbaz Dulcamara. Canlandıran Kevork Tavityan çok başarılıydı. Oyunun bir yerinde sahne önüne inerek, yanımızda oturan ülkemizin yetiştirdiği ünlü baritonlardan Mete Uğur’a (Deniz Uğur’un babası) yaptığı doğaçlama reverans görülmeye değerdi. Şarlatan ama değer bilir şarlatan…

Özgün Adı: l’Elisir d’Amore
Libretto: Felice Romani
Dünya prömiyeri: 12 Mayıs 1832, Teatro della Canobbiana, Milano
Türkiye prömiyeri: 1 Ekim 1952, Ankara.

7 Mart 2012 Çarşamba

Jean-Christophe



Akut tonsillite ilaveten “Şubat Ayı Gribi Sürüm 2”yi* bol alevli şekilde geçirirken, gözümü aralayabildiğim bir anda, dörtte üçünü okuyup bıraktığım Leyleklerin Uçuşu’nun gözünü bana diktiğini fark ettim. Güç bela kalkıp masamdan aldığım kitapla birlikte 1 saatlik bir uykuya daha dalmışım. Neyse, uyandığımda hala -epey yakından- beni izlemekte olduğuna göre şansım kalmamıştı, kaldığım yerden devam ettim ama böyle bir devam etme yok, çakılı kaldım, meğer kitabı tam da çözülme noktasında bırakmışım.

Benim “Jean-…”ya oldum olası sempatim var. Jean-Luc (genel), Jean-Baptiste (Koku’daki), Jean-Philippe (Fransızca öğretmenim),  Jean-Charles (favorim), Jean-Jacques (Goldman olan, eskiden hastasıydım)… Burada söz konusu olan ise Jean-Christophe. Jean-Christophe Grangé. İsmiyle bir set ileride başladı. İsmini ilk Taş Meclisi filmiyle duymuştum, kitabı filme uyarlanmıştı. Sonrasında ise, kaç zaman önce Peluş, ‘hangi kitabını getireyim’ diye sormuş, ilk kitabı hangisiyse onu istemiştim. Kitabın kapağını açtığım anda, “Pour Pelin” (Pelin için) yazısını görüp ‘etme, eyleme, imzalı kitabı bana verme’ diyerek kitabı iade etmiş, sonraki internet sipariş listeme almıştım.

Jean-Christophe Grangé
Çok sürükleyici ve zeki bir polisiye. Müthiş bir kurgu, çok canlı tasvirler ve her an gerilimli bir macera… Leyleklerin göç yolundaki suç, para, şiddet, sevgi, güç ama daha önemlisi kendini keşif. Aslında kitap büyük bir araştırmanın ürünü bence, kayıp leyleklerin peşinden giden Louis’in geçtiği her ülkeyi –Belçika’dan Bulgaristan’a, İsrail’den Afrika cangıllarına, İsviçre’den Hindistan’a– gözümde canlandırabildim; çeviri olmasına rağmen çok etkilendim, Grangé’yi bir kez daha takdir ettim ve hayran oldum. Bunun dışında, teması zaten sıra dışı. Sonlara doğru ‘vay be, yok artık, bu da mı!’ diyerek okudum.

Böylesi hayal güçlerinin varlığını bilmek beni acayip besliyor, çok mutlu oluyorum. Polisiyede esasen EA Poe çocuğuyum ama Grangé de beni içine çekmeyi başardı; kesinlikle ayrı bir ekol olduğunu düşünüyorum.

61 doğumlu, aslen gazeteci Grangé, kitabı 94’te yayımlamış. Türkçe ilk baskısı ise 2002’de çıkmış, ben 30. baskıya nail oldum yani, o kadar. Yenilerde kitabın sekiz bölümlük dizisi çekilmiş Güney Afrika’da, yönetmen Jan Kounen. Bu yaz ekranlarda olacakmış, hemen yaz gelsin!

Resimler diziden ilk kareler… Bir de şunu merak ettim: Sarah, hamile mi? Bence öyle...
* Bu, aslen Domuz Gribi Sürüm 2 imiş. Sağlık Bakanlığı'nın isteği ile dillendirilmesi istenmemiş, ben de yeni öğrendim.