30 Kasım 2011 Çarşamba

Kötülüğün Döngüsü



Zaman: 19. yüzyıl ortaları
Yer: Bly’da bir İngiliz malikanesi

İngiliz besteci, piyanist ve orkestra şefi Benjamin Britten, Henry James’in aynı adlı öyküsünden esinlenerek The Turn of The Screw Operasını bestelemeseydi, opera literatürü hayalet öykülerinden ve korku operasından mahrum kalacaktı. Rejisörlüğünü Aytaç Manizade’nin yaptığı The Turn of The Screw, Istanbul’da, Kötülüğün Döngüsü adıyla sahneleniyor.

Ana tema, baş kahraman olan tecrübesiz bir mürebbiye ile Quint ve Miss Jessel adlı iki şeytani ruh arasında geçen çatışma üzerine kurulmuş. Malikanenin eski uşağı Quint ile eski mürebbiyesi Miss Jessel öldükten sonra ruhları geri döner ve evdeki çocuklarla irtibata geçip onları etki altına alırlar. Yeni mürebbiye ise sorumluluk bilinciyle çocukları korumaya çalışır.

Kötülüğün Döngüsü, biz opera izleyicileri için zorlayıcı ögeler ve ilkleri barındıran bir oyun. Bir kere çağdaş bir eser, sonra dinlemesi zor, tarzı gerilim, konusu hayaletler olunca yabancılık çekmek doğal karşılanabilir. Zira, temsil çıkışı taze yorumum: ‘enteresan bir eser’ oldu. İlklik ise Istanbul’da ilk kez Britten operası sahneleniyor olmasından, hatta Istanbul’da oynanan ilk İngilizce eser bile olabilir, emin değilim bundan.

Esas Henry James’e odaklanmalı: Ünlü Amerikalı yazar, aslında anglo-amerikan demek gerekiyor sanırım, 1895-1898 yıllarında oturup niye böyle bir hikaye yazmış? Biraz eşeleyince ilginç şeyler çıkıyor. James ailesi varlıklı bir aile ve Henry dahil dört çocuklarına iyi eğitim imkanları sağlıyorlar. Henry, genç yaşında Avrupa’ya gidiyor, oraları tanıma, yabancı dil öğrenme fırsatı buluyor; az biraz da Avrupa çekiciliğine kapılıyor gibi, zaten Londra’da ölüyor. Yaşadığı dönemde de okurları çok sınırlı sayıda.

Kardeşi ünlü psikolog William James. Bunlar Henry’yle sürekli itişme halindeler, bir kıskançlık, bir çekememezlik. Ama birbirlerinden uzmanlık alanları itibariyle çok etkileniyorlar. Biri dışa dönük (William), diğeri içe (Henry). Sonucunda, Henry James’in edebi derinliği ve The Turn of the Screw’daki psikolojik unsurlarda kardeşi William’ın büyük etkisi olduğu söyleniyor.

Bir de James’in eşcinsel olduğu hipotezi var. Hatta The Turn of the Screw’da lezbiyenlik ve eşcinselliğe dair ipuçları olduğuna dair yorumlar, vaka çalışmaları mevcut. Eski mürebbiye ile evin kızı arasında ya da eski uşak ile evin oğlu arasında bu tip ilişkilerin sezilmesini isteyip istemediği epeyce tartışılmış olmalı ki Istanbul Operası Müdür ve Sanat Yönetmeni Suat Arıkan, oyunun kitapçığının önsözünde “... geçen sezon sadece üç temsil yapabildiğimiz, seyircilerimizin yoğun memnuniyeti ve beklentisi nedeniyle bu sefer dört kez sahneleme cesaretini gösteriyoruz.” Hangi cesaretten bahsediyor anlamadım, büyük cesaret doğrusu! Öyle bir cesaret ki Türkçesi bile içten içe bozuk cümlenin...

Yine, Süreyya’nın minnoş sahnesine değinmeden geçmem imkansız. Resmen rejisör sabrı dener nitelikte. Manizade’yi ayakta alkışlamak lazım, böyle yetersiz bir sahnede her türlü gerilim unsurunu hissettirecek ve müzikle bağlayacak bir reji koymuş, tabii dekoruyla, ışığıyla, kostümüyle...

Esen Ablacığım, çok teşekkürler bu güzel Cumartesi günü için. Yine gidelim ama yine Çiya’da yiyelim.

Özgün Adı: The Turn of The Screw
Libretto: Myfanwy Piper
Dünya prömiyeri: 14 Eylül 1954, Teatro La Fenice, Venedik
Türkiye prömiyeri: 16 Nisan 2011, Kadıköy Süreyya Operası, Istanbul.

21 Kasım 2011 Pazartesi

m-u-s-i-c II

Şaheser bir cumartesi gecesi organizasyonu nasıl yapılır? Galata’da güzel bir yemeğin ardından -şarabı büyük özenle dökmem hariç- İKSV Salon’da Elif Çağlar’la bütünleşme… Hayır hayır, ben değil, Didem’le Kıvanç yaptı. Elif’in albümünde de çalan Fehmi (trompet) ve onun eşi Işıl, Dido’nun arkadaşları çıktı, ne şans!

Elif ve muazzam ekibi yine harikalar yarattı. Elif bir kere çok mütevazı. Zaten şöyle bir düşünüyorum da kitlesiyle gerçekten bütünleşebilen sanatçıların ortak özelliği bu. Çünkü içten gelen bir durum var, zihin başka şeylere çalışmıyor, loblar birbiriyle barış halinde.

Konserde tam bir sanatçı dayanışması vardı. -Featuring- Yahya Dai mi istersiniz, Ferhat Öz mü, Bilal Karaman mı yoksa Evrim Özşuca mı…

Elif’ten bestelerinin hikayelerini de dinledik. Büyük kısmının kurgu olduğunu, bazen tek bir cümlenin kafasında dönüp durduğunu ve birden parçaya dönüştüğünden söz etti. Mesela, çok beğendiğim Jamaica parçasının ilham kaynağının, Amerika’da okuduğu sıralarda televizyonda gördüğü Jamaica reklamı olduğu öğrendik. Oysa ben ne çok hayal kurmuştum o parçayı nasıl bir ruh haliyle yazdığıyla ilgili ve de “Niye gidememiş Jamaica’ya ya, tüh!” filan demiştim. Birebir yaşanmışlık içeren parçası ise m-u-s-i-c imiş. Hemen odaklanayım:

Finally it’s time for me to tell my story, i’m a singer born and raised in Turkey, 
i’m trying to do my music without getting naked, without a pop cd and without faking
Because it’s time to tell the world that we can make it
If you’re really born to do it, you don’t need to fake it
People with a good heart will understand and love it
...
Evet Elif, biz seni anlıyoruz + bayılıyoruz. 

Dekoru da çok sevimliydi, hem albüm kapağının tarzı hem de kendi samimiyetini destekliyordu. Bence sahnedeki ikinci dekor da Elif’in kıvır kıvır saçları idi. Bu kıvır kıvır saçlarla iyi ses/yorum arasında pozitif bağlantı kesin var. Bir de siz bakın...


Konser sonrasında kendisiyle tanışma fırsatı buldum; sempatik, tatlı bir insan. En son Asiaminor’e cd imzalatmıştım, 10 sene sonra da Elif’e.

Bu harika albüm konseri ve öncesindeki tatlı sohbet için arkadaşlarıma mille mercis!

9 Kasım 2011 Çarşamba

Japon Yapmış

Japon Yapmış, Onur Ataoğlu, Çınar Yayınları
Van Depremi’nden sonra basına yansıyan yazı ve karelerde, Mart ayında yaşanan Japon depremi ve ardından gelen tsunamisindeki insan görüntüleriyle ilgili kıyaslamalar yer aldı. Japonların yardım paketleri için nasıl sıraya girdiği, acılarını nasıl kendi içlerinde yaşadıkları, bizdeki gibi feryat figan etmedikleri ile ilgili yorumlar yapıldı. Ben de içimden bu yorumlara ‘Hakikaten ya, adamlar yaşadıkları bu büyük felaketten birkaç hafta sonra dünya basınını meşgul etmeyi bile bıraktılar, ne içine kapalı, milliyetçi bir ülke.’ diyordum. İşte tam o aralar adı ve kapağıyla dikkatimi çeken bu kitabı aldım. Öteden beri sempati ve ilgi duyduğum Japonya –her yaz en az bir kez denizden çıkan anneme çocukların ‘aaa Japon’a bak!’ ya da ‘teyze, siz Japonsunuz değil mi?’ soruları ile karşılaşırız– hakkında yazılmış bu kitap aracılığıyla biraz olsun çok üstün gördüğüm bu kültürü tanıyayım dedim; 28 Ekim’in de yarım gün olması dolayısıyla başladım okumaya.

Japon Yapmış, 3,5 senesini Tokyo Büyükelçiliği Ekonomi Müşavirliğinde geçirmiş bir diplomatın Japonya anıları ve bu ülkeyi kendi çerçevesinden anlayışı. Dili sade ve esprili, bölümler temel Japon konularına göre ayrıldığından, kısa kısa şıp diğerine geçiyorsunuz. Büyük zevkle okudum.

Kitabı okuduktan sonra son yaşanan depremde Japonların birbirlerine olan saygılarını kaybetmeden hayatta kalma çabalarının, sakin duruşlarının, nükleer tehlikeye rağmen ülkelerini terk etmeyişlerinin, terkedenlere vatan haini gözüyle bakışlarının –bu sonuncusunu uzun yıllardır orada yaşayan ve son depremde de orada olan Türk bir sinemacının ropörtajında okumuştum– temellerini daha iyi anladım: Şintoizm. Derin ama sade bir düşünce sistemi, Japonları derinden etkileyen bir felsefe. Şinto, ruhların yolu demekmiş. Şintoizme göre, tüm nesne ve varlıkların ruhu olduğuna inanılırmış, canlı olmasa da. Yani insan da var işin içinde taş, toprak, bir kağıt parçası da... Bu sistem, herhangi bir kutsal lider, kutsal mekan, dogma ya da kurallar silsilesi içermediğinden, kişiyi evrendeki ruhlarla uyumlu şekilde yaşamaya ve içinde bulunduğu düzeni ve anı takdir etmeye yönlendiriyor. Japonların bazı zamanlar algımız ötesine geçen saygıları, medeniyetleri buradan ileri geliyor olsa gerek. Kitaptaki şu ifade çok şeyi özetliyor: “Ülke sevgileri slogancı, galeyancı değil; yapıcı, üretici ve yaratıcı.” Adamlar, ölümüne de olsa ülkesinde kalıyor, birey olarak ben ne yapayım tek başıma demiyor, çalışıyor, çabalıyor.

Bizden farklılaşan bir yönleri de ülkelerinde üretilen malların en kalitelileri iç tüketim için ayrılıyormuş. Bizde ise en iyi ürünler, ihracat içindir. Yine bu kapsamda hoşuma giden bir özellik; Nissan, Toyota, Honda gibi araç üreticilerinin, özellikle iç pazara yönelik ürünler tasarlaması ve bunların dışarıda bulunmasının mümkün olmaması.

İlgimi çeken bir diğer konu, Japonya’da avukatlığın yaygın bir meslek olmayışı. Nedeni de bu ülkede özür dilemenin çok normal sayılması, yani zayıflık belirtisi değil. Bu yüzden, Japonya’da açılan dava sayısı Avrupa ve ABD’ye oranla çok daha düşükmüş.

Ukiyo-e, Iris Garden, Yoshitaki, 1860
Tabii öteden beri hayranlık duyduğum, Kill Bill serisi ile taçlandırdığım samuraylar (soylu savaşçı sınıf)... Kitapta tam kafamdaki hayalleri gibi tanıtılmışlar, iyi bari. Sen müthiş tekniklerle vur kır, kılıçtan geçir, acıma, ondan sonra eve git, Japon bahçene bakarken felsefi düşüncelere dal, güzel sanatlarla uğraş, hatta bazı dallarda ustalık mertebesine eriş, şiir yaz. Sonra bu kırılgan dünyadan bir anda çık, harakiri (seppuku) yap... ‘Nasıl bir çelişkidir bu?’ sorusuna kitap çok güzel yanıtlar veriyor. Birçok doğu toplumunda olduğu gibi kıyım-zulümle felsefe-sanat-edebiyat yan yana...

Yine büyük hayranı olduğum Japon sanatlarında da şintoizm etkisi olduğu anlaşılıyor. Manga, animasyon, bonsai, origami, ukiyo-e, kabuki ve diğer Japon sanatları ile ilgili çok güzel bilgiler içeriyor kitap. Tüm Japon sanatlarının ortak yönü ise minimalist zarafetleri...

Anne kesin RNA’larla geçen bir Japonluk var bizde, daha çok sende; kitabın burada yazmadığım bazı detaylarında seni gördüm, şaka değil bak.

Yazarın bu kitap sonrasında yazdığı “Japon Ne Yapmış” adlı bir kitabı daha var.